İZ BIRAKANLAR

<< Geri
Akbulut Olgun
Bizim “Bülent Tanör”ümüz
 
Olgun Akbulut
Bülent Tanör’ü 1993 yılı Sonbaharında İstanbul Hukuk Fakültesi 1. sınıf Anayasa Hukuku derslerinde tanıdım. Bülent Tanör’ü tanıdığım ortam özetle şu idi: soğuk bir mevsimdi, meşhur 1 Nolu Anfide ise gelenekselleştiği üzere kalöriferler yanmıyordu. Oldukça büyük (1000 kişilik), ısınması çok zor, kür­südeki hocanın zor duyulduğu, duvarlarında yeşil su izleri olan bir anfiydi bu­rası. Bir başka ifadeyle, okula gelmememiz için her şey mevcuttu. Derken, Bülent Tanör derslere girmeye başladı. Kürsüye bir gün açık mavi renkli bi­siklet yaka kazağıyla, diğer gün o dönem moda olan bordo renkli oduncu gömleği ile çıkıyordu. Bazen de her ikisini üst üste giyiyordu. Bildik takım elbisesiz ve kravatsız oluşu ile kürsü ile sıralar arasındaki mesafeyi kapatmıştı. “O” nasıl üşümüyor diye düşünerek bizler de paltolarımıza sıkı sıkı sarılmaktan vazgeçmiştik. Zaten bir süre sonra her şey değişiverdi; Anfi Bülent Tanör’ün enerjisi ile ısınmıştı. Her ders yoğun tartışmalarla geçiyordu; kendimizi sıcak tartışmanın ortasında bulmuştuk...
93 yılında Türkiye çok kötü bir dönemden geçiyordu. Terör zirveye ulaşmıştı. Kontr-gerilla aktifti. Her gün çatışmalar ve ölümler oluyordu. Tür­kiye kanıyordu. Buna paralel olarak da, hukuk bir kenara atılmıştı. Artık terö­rün hukuku hakimdi her yere ve üniversiteye. “Hak”tan, “hukuk”tan bahset­mek, “insan hakları”, “demokrasi” gibi kavramları ağıza almak büyük cesaret işiydi. Bu cesareti Bülent Tanör gösterdi. İnsan hakları ve demokrasi savaşımı O’nun biricik varlık nedeni idi.
Bu yazımda O’na hep “Bülent Tanör” diye hitap ediyorum. Bu hitap 1993 yılı 1. sınıf öğrencilerine aittir. O bizim “Bülent Tanör”ümüzdü. Bir marka gibi kullanıyorduk bu ismi: “ilke”nin, “mücadele”nin, “hak”kın, “hu­kuk”un, “demokrasi”nin markası olarak. Her öğrenci eyleminde en önde gide­nimizdi. Bu tavrıyla yürüyüşün dışında kalanları bize katılmaya cesaretlendiri­yordu. O’nun istifa ederim tehdidi olmasa idi okul bahçesindeki kurt köpekleri kuşatması kalkmayacaktı.
Gölgesi olmuştuk adeta, o nerede biz orada. Okula hızlı adımlarla geli­yor, evine de yine hızlı adımlarla dönüyordu. Her iki yöne de heyecanla ulaş­mak istemesi eşine ve öğrencilerine, okuluna, mesleğine olan aşkındandı. Biz­ler de O’na, uslubuna, tavrına ve tarzına o kadar aşık olmuştuk ki, nasıl cevap verecek merakıyla en alakasız konularda bile kendisine sorular soruyorduk. O ise hiç sıkılmadan koridorlarda, çam ve boğaz manzaralı köşe odasında bizimle saatlerce sohbet ediyordu. Odasından evini, evinden de odasını gördüğünü sonraki yıllarda öğrendim. Hiç çekinmeden bizi evine davet ediyor, bize ev telefonlarını veriyordu. Hatta o akşam misafirlikte ise oranın telefonunu verdiği oluyordu. Cep telefonları ile arası hiç iyi olmadı. Her davet ettiğimiz toplantıya da geliyor, hangi dergiye yazı istesek “A” klavye daktilosu ile yazıp, söz ver­diği gün getiriyordu. Sadece kar topu oynama teklifimizi reddetti bir gün; me­ğer cuma öğleden sonraları Pisisi ile Armutlu’ya kaçarmış.
Birinci sınıf bittiğinde çok üzülmüştük artık dersimize gelmeyeceğine. Bereket versin ki bu üzüntümüz çok sürmedi. 94 yazında Fakülte’ye geldi­ğimde Bülent Tanör’ün 2. sınıfta Devrim Tarihi derslerine gireceğini öğren­miştim. Sevincimi anlatmaya bu sayfalar yetmez. Yeniden O’nunlaydık; bu sefer ikinci davası Türk Devrimi üzerine tartışmak için. O yıl bu dersleri ilk defa veriyordu. Tüm hafta okumalar yapıyor, sosyologlardan, tarihçilere ve meclis tutanaklarına kadar her şeyi inceliyor dersini hazırlıyor ve kendi deyi­miyle “sıcağı sıcağına” bize sunuyordu. Bu şekilde, “Kurtuluş” kitabını sene sonu finallerimizden önce baskıya yetiştirdi.
Devrim Tarihi derslerinde daha da heyecanlıydı; özellikle de Kongre İk­tidarlarını anlatırken. İbrahim Tahtakılıç’ın soyadının neden “Tahtakılıç” oldu­ğunu, ayrıca o dönemde soyadı kanununun olmadığını sorduğumda çok sevin­mişti. O da soruyu sınıfa yöneltti. Ben cevaplamaya kalkınca söz vermedi, ni­yetimin onu heyecanlandırmak olduğunu anlamıştı. İtiraf edeyim ki bunu O’nun konuşmacı olduğu panellerde de sıkça yaptım.
Kamuoyunun da iyi bildiği üzere Devrim Tarihimiz konusunda Bülent Tanör titiz bir araştırmacı idi. II. Cumhuriyetçi kanat ile girdiği tartışmaları da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. “II. Cumhuriyetçi dostlar Türk Dev­rimi’ni iyi okumamışlar, o nedenle de işin zevkine varamamışlar” diyordu. Öte yandan, sınavlarda ise II. Cumhuriyetçi yazarlardan alıntılar verip öğrenciler­den yorumlamasını istiyordu. Her şey O’nun nazik üslübu ile yürüyordu. Ül­kemizin tartışma uslubu bu değildi; kavgacı, kırıp döken, hakaret içeren sözler olmadan yapılan tartışmalara tartışma demez olmuştuk. Açık Radyo’da Bülent Tanör üzerine yayınlanan programa katılan Prof. Eser Karakaş, hep karşı ku­tupta yer alsalar da O’nunla tartışmaktan büyük keyif aldığını belirtecektir.
Devrim Tarihi derslerini güzel havalarda arka bahçede Süleymaniye manzarasına nazır yapıyorduk. Bülent Tanör farklılığını yine göstermişti. Aynı yıl Gazi olayları olmuştu. Bu sefer de tüm soğukkanlığı ile farklı gruptan öğ­rencileri yatıştırıcı sözler söylüyor, onlara soğukkanlılık aşılıyordu.
Herhalde, bilimsel çalışmalarında öğrencisinin sınav kağıdına atıf yapan ilk hoca Bülent Tanör’dür. Kongre İktidarları kitabına 1995 yılı Devrim Tarihi final sınavında sorduğu soruya verilen cevabı almıştı. Sınav kağıdındaki şu ifadeleri çok beğenmişti: “Yerel Kogreler bir anlamda jeneratör gibiydiler. Ülkede elektrikler kesilmişti ve her bölge kendi jeneratörüyle aydınlanacaktı, ta ki Ulusal Kongre İktidarı ülke çapında santral kurana kadar” (F.G.). Kurgu, O’nun yerel kongreler teziyle birebir örtüşüyordu. Türk Devrimini en iyi anla­tan hoca (ifade Prof. Türkan Saylan‘a aittir) ünvanını bu sayede almıştı.
Üçüncü sınıfa geldiğimde (1995) yine ayrılma vakti geldi. Kendisine se­çimlik Umumi Hukuk Tarihi dersimize gelmesini önerdik. “Alanım değil” dedi. Biz de normal derslerimizi bırakıp alt sınıflarda O’nun verdiği dersleri izlemeye başlamıştık. Dostum Zeynel Kangal’ı bu sayede tanıdım.
Zeynelle beni daha sonra Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nin dü­zenlediği “Inkılap Tarihi Dersleri Nasıl Okutulmalı” başlıklı toplantıya çağırdı. Toplantı üniversitelerde Devrim Tarihi dersi veren hocalar arasında olacağın­dan, Dernek Başkanı izin vermemiş bizim öğrenci olarak katılmamıza. Tanör vazgeçmedi. “Toplantı İTÜ Sosyal Tesisleri’nde olacak, o gün kapıya gelin ben sizi içeri sokacağım, sizi kapıda görünce izin vermemezlik edemezler” dedi. Tam da böyle oldu. Bizden ısrarla sorular sormamızı, görüş açıklamamızı ve öğrenci gözüyle öneriler getirmemizi istiyordu. Biz de üzerimize düşeni yaptık sanırım. (Bkz. ilgili kitap) Dersin klasikleşmiş içeriğini, anlatım tarzını ve derse yüklenen misyonu çok eleştiriyordu. O’na davasında yardımcı olabildiy­sek ne mutlu bize.
Dördüncü sınıfa geldiğimizde Bülent Tanör artık bizi doktora kurlarına ve doktora tezi savunmalarına çağırmaya başlamıştı. Bugün akademik camiada tanıdığım bir çok başarılı ismi ve meslektaşlarımı bu sayede tanıdım. Bu O’nun gözüne kestirdiği öğrencileri asistan olmaya yönlendirme yöntemi idi. Sonra­dan öğrendim ki, bugün akademik camiada profesörlük aşamasında olan birçok kişi mesleğe O’nun yakın markajı ile bu yöntem sayesinde adım atmıştı.
O yıl, I. Tüsiad Raporu yeni yayımlanmıştı, doktora öğrencisi ve bu derslere katılan öğretim üyeleri ile raporu ve rapora yöneltilen eleştrileri tartışı­yordu. Rapor okunmadan hatta kapağı dahi görülmeden yapılan eleştiriler için, “Türkiye’nin tartışma anlayışı” diyordu. Raporu okuyanlarla da sorunu vardı. Çok açık bir şekilde başkanlık sisteminin Türkiye gerçekleri ile çeliştiğini sa­vunmasına karşın, kamuoyunda başkanlık sistemi savunucusu olarak sunul­maktan rahatsız olmuştu. Bunun üzerine II. Tüsiad raporunda yanlış anlamalar üzerine geniş bir bölüm ayırdı.
Doktora yeterlilik sınavlarına elinde bir gazete küpürü ile gelirdi. Küpür o sıralar gazetelerde çıkan, ülke gündemini işgal eden bir konuya ilişkin olurdu. Adaydan da bu sorunu yorumlamasını isterdi. Ülkemizde kamu hukuku sorunu sıkıntısı pek yaşanmazdı. Bunu biz gençlerin yetişmesinde bir şans olarak gö­rüyordu. “Fransız gençler Le Monde okuyor; ben de alıyorum ama içeriğinde ilginç hiç bir şey bulamıyorum” diyordu. Doktora tezi savunmalarına ise tezsiz girerdi. Savunulacak tezi çok önceden okumuş olurdu. Farklı olarak konuya dair tez dışından sorular sormayı yeğler, adaydan yorumlar yapmasını isterdi. Cevap olarak çalışmada zaten ifade edilmiş olan fikirlerin tekrarlanmasından hoşlanmıyordu. Oysa, akademik camiada günün akımı savunma sırasında tez okumaktı.
Yine o yıl derinden sarstı bizi. Bir süredir Fakülteye gelmemeye başla­mıştı. Her gün bakıyor ama bulamıyorduk. Koridorlarda yalnız kalmıştık. Artık ulaşama ümidimizin tükenmekte olduğu anda imdadımıza Yeşim Atamer ye­tişti. O’nu görmek istediğimizi kendisine ileteceğini söyledi. Odasında buluştuk yine, dökülmeye başlamış saçlarıyla gördük O’nu ilk kez. Dedikodular gerçek olmuştu. Fakat O yılmadı; 2002 yılı sonuna kadar yaşama direndi. Doktorları bunun mucize olduğunu söylediler. Kendisinden Anayasa Hukuku, İnsan Hak­ları, Siyaset Bilimi ve Devrim Tarihi üzerine çok dersler almıştık ama, O en büyük dersi en sona saklamıştı: “Yaşamla mücadele dersi”. Bu derste de çok başarılı idi. Çünkü o hiç “Pes” etmemişti.
Ne kadar şanslıymışım Bülent Tanör’ün öğrencisi ve gölgesi olmaktan. Akademik camiaya beni hazırlayan, Fakülte’ye girmemi candan destekleyen, akademik yaşamda benimle yakından ilgilenen hep Bülent Tanör oldu. Ara­mızdan ayrıldığı günlerde bile hasta yatağında yurtdışı doktora çalışması tavsi­yesinde bulunuyordu. Çünkü “O” eşsizdi. Biz 93’lülerin Bülent Tanör’ü idi. Sevgili, biricik hocamız idi. Yokluğu büyük kayıp oldu, can damarlarımızdan biri kesildi. Bir devrin birikimini ve insanını kaybettik.


 Bülent Tanör’ün öğrencisi.
devamını oku >>
Aslay Işık

Işık Aslay

Prof. Bülent Tanör'ü önce yazı ve kitapları ile tanıdım; sonra da ne yazık ki hastalığının sistemik bir hal aldığı dönemde hastam olarak şahsen tanıma fır­satını buldum. Çeşitli sıkıntılar içinde zarif, alçakgönüllü buna karşılık hasta­lıkla mücadeleden hiç yılmayacak bir tavırla tedaviye başlarken ilk sorusu derslerini ve sorumluluklarını aksatmadan radyoterapiyi sürdürüp sürdüreme­yeceği yönünde oldu. Hayat kalitesini korumak için elimizden geleni yapaca­ğımız yanıtının getirdiği havayı "tekrar şarabın tadını almak istiyorum" şek­linde hoş bir espri ile yumuşattı. Ama sonraları özel yaşamında olduğu gibi te­davisinde de kendi kurallarını kendisinin koyduğunu izledik. Şarabın tadını al­maya başlayınca tedaviyi kesme kararını kendisi verdi.
Bundan sonra zaman zaman ağrılı problemler için birçok kez tekrar kar­şılaştık.
Hastalığın getirdiği sorunlarla bir başka kez radyoterapi gerektiği zaman karşı karşıya olduğu riskleri anlatarak kendisine istirahat vermeyi önerdim. Bu dönemde yaşadığı idari sorunlar nedeniyle görevine devam etmeyi tercih etti ve karşılaşmaktan korktuğumuz problemler birbiri ardısıra onu yatağa bağladı. Artık hep kaçtığı istirahatleri kabul etmek zorunda kalmıştı.
Bir bayram arifesinde yapılan tedavi alanı çizimi sırasında sabitleyici yatakta çıkan problem nedeniyle işlemin ikinci kez yapılması gerekti. Ekip bu terslik nedeniyle çok üzgündü ve utanmıştık. Tüm acısına rağmen en ufak bir ters reaksiyon vermeden sanki en doğal olaymış gibi işlemin tekrarlanmasına sessizce katlandı. Her tedavide bir an önce iyileşip normal günlük yaşamına dönmeyi bekledi ve döndü de.
Her zaman çok özenli ve iyi bir hemşire becerisiyle tüm ayrıntılara son derece dikkat eden zarif eşi, Bülent Hoca'nın olduğu kadar bizim de desteğimiz oldu. Güçlüklerden yakınmadan birlikte sessizce mücadele ettiler. Yakın dost­ları bu değerli beyini korumak için seferber oldular. Tedavi ekibi yapılabile­ceklerin sınırlılığı ile sanki suçluluk duygusu ve isyan yaşadı.
Tanör Ailesi'ne saygılarımla.


 Bülent Tanör’ün doktoru, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi.
devamını oku >>
Atalay Akın
Tanör Hoca ile Hasbıhal...
Akın Atalay
Sevgili, pek sevgili, çok sevgili, biricik öğretmenim.
Hiç bu kadar özlememiştim seni. Bu defa ayrılık biraz uzun sürdü. Daha da uzun süreceğini biliyorum. Hep sıkılırdın övgülerden. Yapma, etme derdin. Ölümünün ardından kimse kendisini tutamadı. Seni anlatmaya başladılar. On­ları okudukça daha da çok özlüyorum seni.
Sevgili, pek sevgili, çok sevgili, biricik öğretmenim.
Biliyorum birçok insanın yaşamında silinmez izler, unutulmaz anılar bı­raktın. Birçok arkadaşının, dostunun, tanıdığının, öğrencinin belleğinde seninle ilgili özel anılar, tadına doyulmaz söyleşiler var. Seni tanıyanlar, senin sevenle­rin, senin öğrencilerin o kadar çoklar ve o kadar seninle dolular ki, onlar yaşa­dıkça unutulmayacaksın. Herkes, seni tanıyamamış olanların mağduriyetini bir nebze olsun hafifletmek için seninle ilgili duygu ve düşüncelerini yazmaya devam ediyor. Nerede  “demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “hak”, “hu­kuk”, “adalet”, “dürüstlük”, “sevgi”, “erdem”, “sadelik”, “cesaret”, “bilgi”, “üniversite” gibi iyi ve güzel kavramlar geçiyorsa, bil ki bu kavramların hemen yanı başında bir onur abidesi gibi “Bülent Tanör” adı da yazılıyor.
Birçok insan gibi benim de unutamadığım, unutamayacağım kişisel anı­larım var. Hukuk Fakültesi öğrenciliğimin ilk günlerinde başlayan ve kesintiye uğramaksızın gelişerek devam eden tanışıklığımızda ne çok güzellikler yaşattı­nız bana. Önce, öğretmen – öğrenci ilişkisi olarak başlayan ardından ağabey – kardeş ilişkisine kadar uzanan süreçte neler yaşamadım neler...
Kişisel anılardan söz etmem istendi benden. Hepsi çok taze zaten. Han­gisini anlatsam acaba? Üniversiteden uzaklaştırıldığınız ilk yıllarda, Cihan­gir’deki evinizde haftada bir gün devam eden insanlık derslerinizden mi söz etsem. Hani bize bir zarar gelmesin diyerek, herhangi bir baskın olursa “hoca­mızı ziyarete, çay içmeye geldik” dememiz gerektiği öğüdünüze, sonradan ne çok güldüğümüzü mü anlatsam? 12 Eylül askeri cuntasının lideri Kenan Evren’ e İstanbul Üniversitesi’nin verdiği fahri hukuk doktorası ünvanına tepkinizi, bu olay sonrası her zamanki sakin kişiliğinizle bir gün bunun da üstesinden geli­neceğine bizi ikna edişinizi de atlamamalıyım. Anayasa Mahkemesi üyelerinin, uygulamakla, korumakla yükümlü oldukları Anayasa’yı çiğneyen cunta liderle­rini tebrik kuyruğuna girmelerindeki ironiyi nasıl aktardığınızı mı anlatsam yoksa? Ya da 20 yıl önce Büyükada’ da yaptığımız futbol maçında size yaptı­ğım faul sonrası yaşadıklarımızı mı? Yoksa, ısrarlarım üzerine 1989 yılında artık avukatlık ruhsatı almaya karar verişiniz sonrasında, ruhsat harçlarını öde­yecek ölçüde dahi ekonomik olanaklarınızın olmaması ve kimseden de ödünç kabul etmemeniz nedeniyle son gün baroya kaydolmaktan vazgeçmenizi mi anlatsam?
Yoksa avukatınız olarak beni onurlandırmış olmanıza karşın bunun be­nim için bir gurur vesilesi olmadığı, tersine, sizin için bir gönül borcu olduğu konusunda beni ikna etmeye çalışmanızı mı anlatsam?
Örneğin, Susurluk Raporunun “devlet sırrı” denilerek açıklanmayan 11 sayfalık bölümünü ağır ceza yaptırımını, yargılanmayı göğüsleyerek ilk kez sizin kullandığınızı söylesem ne derler acaba? Raporun kamuoyundan gizlenen (Azerbaycan’da yapılan darbe girişimine F. D’un adının karıştığı, bu kişinin MİT ajanı olduğunu belirten) bölümleri, (böyle bir kişinin Anayasa Hukuku kürsüsüne atanmaması için) Rektörlüğe verdiğiniz yazıya eklediğinizi, böylece kürsünün, üniversitenin onurunu korumak uğruna “devlet sırrı” denilen bilgi ve belgeyi çekinmeden ilk kez sizin kullandığınızı bilseler ne düşünürlerdi? Sizin böyle bir kişiyi kürsüden uzak tutmak için çektiklerinizi, göze aldıklarınızı terazinin bir kefesine; Rektörün ise bu kişiyi atamak için yaptıklarını, size çek­tirdiği zulmü terazinin diğer kefesine koyarak düşünürler mi acaba?
Sevgili, pek sevgili, çok sevgili, biricik öğretmenim.
Daha binlerce zenginlikle dolu yaşamın birçok insan için rehber olmaya devam ediyor ve edecek. Kendi payıma, sizi unutmam mümkün olmayacak. Ölümden sonra varmak istediğim yer, bilin ki sizin olduğunuz yerdir. Sizin ardınızdan yazdığımız gibi hala birbirimizi duyduğumuzu ve her zaman duya­cağımızı düşünüyoruz.
 
 
 
                                                                                           


Bülent Tanör’ün öğrencisi, arkadaşı ve avukatı
devamını oku >>
Atamer Yeşim
 Yeşim Atamer
Sevgili Tanör!
Alacakaranlıkta oturuyorum… Sizin deyiminizle "vakti kerahet" gel­miş… Önümde biraz çerez, bir bardak kırmızı şarap… Eski günler­deki gibi Hacıdakis çalıyor… O tatlı gülümsemeniz, insanın içini ısıtan dostça, ama bir o kadar keskin bakışınız gözümde canlanıyor; kulağımda yumuşak sesiniz… Sizi düşünüyorum… Ve çok özlüyorum…
Tam 11 yıl önceydi. İlk defa uzun süreli olarak yurt dışına çıka­caktım. Korkuyordum, bilinmezden ürküyordum. Son akşam sizin ve Öget'in yanında teselli ararken çıkarıp bir paket uzatmıştınız bana. İçin­den, o günden beri her yolculuğumda bana eşlik edecek olan minik bir kedicik çıkmıştı… Şu anda yine uzaklardayım, kedicik yine yanı ba­şımda ve onun sayesinde siz de biraz olsun yanımdasınız… Ama özlem dinmiyor…
Sevgili Tanör, hocam olarak özlüyorum sizi… Gerçi 1980 darbesi sonra­sının şanssız öğrencileri olarak sizi amfide yaşama fırsatımız hiç olmadı ama yokluğunuzda bile "vardınız" aslında… Demokrasi, hukuk devleti, ifade öz­gürlüğü gibi kavramlarla ilk defa gazete bilgisinin öte­sinde haşır neşir olan genç hukuk fakültesi öğrencileri olarak bir an gel­miş, 1402 sayılı kanunun bu kavramlarla nasıl bağdaştığını sorgular ol­muştuk. Bir bilim insanının, hele de hepimizin büyük zevkle okuduğu İki Anayasa gibi bir kitabın yazarı olan ho­camızın sadece ifade ettiği düşün­celeri yüzünden bizimle olmadığını fark ettiğimiz an belki de kafamızda "olan hukuk" ve "olması gereken hukuk" ça­tışmasının yaşandığı ilk andı. Ama işte tam da bu, sizin isteyeceğiniz bir so­nuçtu aslında. Bizden, ye­tişmekte olan hukukçu nesillerinden beklediğiniz hep düzeni sorgula­mamız, şüpheci olmamız ve daha iyiyi aramamız olmuştu… Nitekim bu yaklaşımı nasıl şiar edindiğinize sizinle tanıştıktan sonra gün be gün şahit oldum. O saf, katıksız merak duygusunu, araştırma tutkusunu, her yaşta ve en zor koşullarda bile ayakta kalan üretme dürtüsünü sizinle tanıdım. Bilim insanlığının şan, şeref veya para için yapılmadığını, bu­nun bir hayat tarzı olduğunu, son nefese kadar ve her şeye rağmen yapıl­dığını sizde gördüm. Başka türlü açıklamak mümkün mü, hakkınızda onlarca haksız soruşturma açan üniversiteye gönülden bağlı kalmanızı; sizi koridorda gördüğünde selam ver­mekten çekinen akademisyenlere rağmen fakülteye olan inancınızı asla kay­betmemenizi…
Bu bağlılığınız, bilim insanının üretme sorumluluğunun yanı sıra bu bil­gisini gelecek nesillere aktarma konusunda da bir sorumluluğunun olduğuna inancınızdan kaynaklanıyordu sanırım. Gençlere hep güvendi­niz, onların elin­den tuttunuz, desteklediniz, bilginizi paylaştınız, hiyerar­şiyi kenara itip onlarla eşitler arasında bir diyalog kurmayı tercih ettiniz. Kapınızı çaldığımızda sorula­rımız ve sorunlarımıza her zaman vakit ayı­racağınızı bilmenin huzurunu yaşat­tınız bize.
Sevgili Tanör, insan olarak özlüyorum sizi, …Hiçbir koşulda dü­şüncele­rinden taviz vermeyen, doğrularını sonuna kadar savunan, ilkeli kişiliğinizin yol göstericiliğini özlüyorum. Her gün insanların kimlik değiştirdiği bir dün­yada kendine sadık kalmanın ne demek olduğunu sizde gördüm. Hiçbir zaman ısrarcı olmadan, hep kendini yeniden sor­gulayarak evrenseli yakalamaya çalış­manın ne demek olduğunu... Ve nitekim yıllar sizin haklı olduğunuzu gös­terdi… Eserlerinizde büyük bir cesaretle demokratikleşme adına savundukları­nız yeni nesiller için yavaş yavaş günlük hayatın bir parçası haline geliyor... Keşke bu süreci hızlan­dırmak için hepimiz sizin gösterdiğiniz cesareti göstere­bilseydik zama­nında… Fakat siz, arkanızda durma cesaretini gösteremeyenleri bile son ana kadar dostlukla karşılayarak yine bize örnek oldunuz aslında; hepi­mizi zaaflarımızla kabul ettiniz ve yargılamadınız. Dostluğa hep dost­lukla cevap verdiniz.
Evet, dostluğunuzu özlüyorum, hatta çok özlüyorum… Cihangir sokak­larında, adımlarınıza yetişemediğim için, siz önde ben arkada ko­şar adım yürümeyi, karşılaştığımız her kediye bir küçük laf atmayı, ba­lıkçıdan balıkları kapıp, balkondaki mangalda onları bir güzel hazırla­manızı seyretmeyi ve son­rasında gelecek sohbetleri özlüyorum… Öget'le adeta iki aşık gibi atışarak bize, bilmediğimiz, tanımadığımız bir dünya­nın kapısını araladığınız o sohbetleri… kırlardan gelecek devrimden, onun yerine gelen beklenmeyen misafirlerden, İstanbul'dan kalkan bir gemiyle başlayan mültecilik günlerinizden bahsederken belki beraberce gülerdik, ama yaşadıklarınızın, hissettiklerinizin içtenliği as­lında bizi kapıp götürür, daha iyi bir dünyanın olabileceğine ilişkin bir inanç yeşe­rirdi içimizde. Sanırım içtenliğiniz ve coşkunuzdu hepimizi büyüleyen. Neye el atarsanız atın yüreğiniz de hep işin içindeydi. Yıllara rağmen, yaşanan acılara rağmen, hayal kırıklıklarına rağmen, mücadeleye rağmen asla yılgınlık veya pişmanlık veya bezginlik göstermediniz... O yürek hep aynı tutkuyla atı­yordu sanki…
Öyle bir tutkuydu ki bu, Schubert kadar "Haydar, Haydar" şarkı­sını dinlerken de gözleriniz yaşarabiliyor; kâh bir Çello edinip ders al­mak hayalleri kurdurtuyor, kâh bütün bir gece saz eşliğinde türkü söy­lettiriyordu… Kişiliği­nizin çok yönlülüğü insanı her zaman büyülerdi. Her gezi sizinle bir keşfe, tanışılan her yeni insan açılmamış bir hazineye dönüşürdü… Hayat nasıl dolu dolu yaşanır; nasıl tadını çıkararak, küçük şeylerden büyük mutluluklar devşi­rerek yaşanır, nasıl her şeye rağmen yaşanır - hayatınıza bir dönem ortak olan herkes sanırım bu konuda da öğrenciniz olmuştur…
Teşekkür ederim hocam, sizin gibi bir insanı tanıma imkanı verdi­ğiniz için teşekkür ederim…


 Bülent Tanör’ün öğrencisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi.
devamını oku >>
Ayhan Esat
Esat Ayhan
Sevgili Öget Tanör hanım Bülent Bey anısına bir kitap hazırlanacağını söy­lediğinde ve benim de mutlaka anılarımızdan bir parça ile kitapta olmam gerekti­ğini her zamanki zarafetiyle teklif ettiğinde onur duydum. Zira Bülent Tanör Bey ile üniversite ortamı dışında mahalleli bir esnaf olarak çok yakın, büyülü, saygılı, mesafeli bir dostluk kurmuştuk. Bazen konuşmadan bile anla­şıyorduk.
Peki Bülent Bey’in hangi özelliğini yazmalıydım; beyefendiliğini mi, dünya ölçütündeki demokratlığını mı, mütevazi insanlığını mı, kedi severliğini mi, yoksa asistanlarına karşı gösterdiği samimi, içten ağabeyliğini mi... Sonuçta o bizim Bü­lent bey’imiz, hocamız, demokrasi ve hukuk konusunda doğruyu (sadece doğruyu, zira bize öğrettikleri arasında doğru sadece bir tanedir, senin doğrun benim doğrum olmaz) savunmak için nasıl kaplan kesildiğini mi, has­talığa karşı verdiği dirençli mücadeleyi mi, öğrencisi olamadığım için kıskanç­lığını mı..
Amansız hastalığını ilk duyduğumdaki duygularımı anlatmam mümkün de­ğil, ilk tedavilerden sonra az günleri kaldığı söylendiğinde haddim olmaya­rak Öget Hanım’a dedim ki “ben sizin yerinizde olsam Bülent abi’yi alır, Atlas okyanusun­daki bir ada’ya gider son ana kadar birlikteliği ve aşkı yaşarım.” Çevremde çok az insana kısmet olacak bir sevgi, aşk yumağını Bülent bey ve Öget Hanım’da gör­düm, zaman zaman kıskanmadım dersem yalan olur; o ne güzel bir ilişki idi anla­tılası değil...
Uzun bir çalışma döneminden sonra, kılı kırk yaran titizlikle yazdığı ki­tapla­rını baskıdan çıkar çıkmaz alıp imzaladıktan sonra bana verme; okuduktan sonra görüş alışverişinde bulunma inceliğini Bülent Bey’in herkese gösterdiği saygı ve önemle anlatabilirim.
Alışverişe geldiğinde özellikle Öget Hanım’ın sevdiği rafine yiyecekleri alırken nasıl keyif aldığını anlatmak olası değil, hastalığının son dönemlerinde bile mahalleli ile ilişkisini kesmedi, çok zor şartlarda bile bizleri görmek adına
150 mt. gibi bir mesafeyi 1 saatte yürümeyi göze alıp, bizleri kendisin­den habersiz bırakmadı..
Eleni Karaendru’yu, bilmeden ikimiz de çok severmişiz. Onu her dinleyi­şimde zaten ucu sivri bir bıçak yüreğimi çizerdi. Şimdi ise kanatarak çiziyor; çünkü Bülent ağabeyin vefatından sonra bir Açık Radyo programından, Öget hanımın ağzından öğrendim ki, meğerse o da Eleni Karaendru’nun müzi­ğini çok severmiş. Şimdi artık her dinleyişimde Bülent ağabey için de dinliyo­rum.
25 yıldır Cihangir’deyim, Cihangir Bülent Bey gibi bir beyefendiyi çok arıyor ve onu çok özlüyoruz. İyi ki sizi tanımışım. Bülent Bey’i, hep saygı ve sevgi ile anacağım. Bize bıraktığı kitapları, çok iyi biliyorum ki, 5 yaşındaki oğlum Ba­ran’ın büyüdüğünde rehberi olacak. Teşekkürler Bülent Ağabey, binlerce teşek­kür...
 
 
 


Bülent Tanör’ün mahalleden arkadaşı, La Cave / Çağdaş Market
devamını oku >>
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013