Bizim “Bülent Tanör”ümüz
Olgun Akbulut
Bülent Tanör’ü 1993 yılı Sonbaharında İstanbul Hukuk Fakültesi 1. sınıf Anayasa Hukuku derslerinde tanıdım. Bülent Tanör’ü tanıdığım ortam özetle şu idi: soğuk bir mevsimdi, meşhur 1 Nolu Anfide ise gelenekselleştiği üzere kalöriferler yanmıyordu. Oldukça büyük (1000 kişilik), ısınması çok zor, kürsüdeki hocanın zor duyulduğu, duvarlarında yeşil su izleri olan bir anfiydi burası. Bir başka ifadeyle, okula gelmememiz için her şey mevcuttu. Derken, Bülent Tanör derslere girmeye başladı. Kürsüye bir gün açık mavi renkli bisiklet yaka kazağıyla, diğer gün o dönem moda olan bordo renkli oduncu gömleği ile çıkıyordu. Bazen de her ikisini üst üste giyiyordu. Bildik takım elbisesiz ve kravatsız oluşu ile kürsü ile sıralar arasındaki mesafeyi kapatmıştı. “O” nasıl üşümüyor diye düşünerek bizler de paltolarımıza sıkı sıkı sarılmaktan vazgeçmiştik. Zaten bir süre sonra her şey değişiverdi; Anfi Bülent Tanör’ün enerjisi ile ısınmıştı. Her ders yoğun tartışmalarla geçiyordu; kendimizi sıcak tartışmanın ortasında bulmuştuk...
93 yılında Türkiye çok kötü bir dönemden geçiyordu. Terör zirveye ulaşmıştı. Kontr-gerilla aktifti. Her gün çatışmalar ve ölümler oluyordu. Türkiye kanıyordu. Buna paralel olarak da, hukuk bir kenara atılmıştı. Artık terörün hukuku hakimdi her yere ve üniversiteye. “Hak”tan, “hukuk”tan bahsetmek, “insan hakları”, “demokrasi” gibi kavramları ağıza almak büyük cesaret işiydi. Bu cesareti Bülent Tanör gösterdi. İnsan hakları ve demokrasi savaşımı O’nun biricik varlık nedeni idi.
Bu yazımda O’na hep “Bülent Tanör” diye hitap ediyorum. Bu hitap 1993 yılı 1. sınıf öğrencilerine aittir. O bizim “Bülent Tanör”ümüzdü. Bir marka gibi kullanıyorduk bu ismi: “ilke”nin, “mücadele”nin, “hak”kın, “hukuk”un, “demokrasi”nin markası olarak. Her öğrenci eyleminde en önde gidenimizdi. Bu tavrıyla yürüyüşün dışında kalanları bize katılmaya cesaretlendiriyordu. O’nun istifa ederim tehdidi olmasa idi okul bahçesindeki kurt köpekleri kuşatması kalkmayacaktı.
Gölgesi olmuştuk adeta, o nerede biz orada. Okula hızlı adımlarla geliyor, evine de yine hızlı adımlarla dönüyordu. Her iki yöne de heyecanla ulaşmak istemesi eşine ve öğrencilerine, okuluna, mesleğine olan aşkındandı. Bizler de O’na, uslubuna, tavrına ve tarzına o kadar aşık olmuştuk ki, nasıl cevap verecek merakıyla en alakasız konularda bile kendisine sorular soruyorduk. O ise hiç sıkılmadan koridorlarda, çam ve boğaz manzaralı köşe odasında bizimle saatlerce sohbet ediyordu. Odasından evini, evinden de odasını gördüğünü sonraki yıllarda öğrendim. Hiç çekinmeden bizi evine davet ediyor, bize ev telefonlarını veriyordu. Hatta o akşam misafirlikte ise oranın telefonunu verdiği oluyordu. Cep telefonları ile arası hiç iyi olmadı. Her davet ettiğimiz toplantıya da geliyor, hangi dergiye yazı istesek “A” klavye daktilosu ile yazıp, söz verdiği gün getiriyordu. Sadece kar topu oynama teklifimizi reddetti bir gün; meğer cuma öğleden sonraları Pisisi ile Armutlu’ya kaçarmış.
Birinci sınıf bittiğinde çok üzülmüştük artık dersimize gelmeyeceğine. Bereket versin ki bu üzüntümüz çok sürmedi. 94 yazında Fakülte’ye geldiğimde Bülent Tanör’ün 2. sınıfta Devrim Tarihi derslerine gireceğini öğrenmiştim. Sevincimi anlatmaya bu sayfalar yetmez. Yeniden O’nunlaydık; bu sefer ikinci davası Türk Devrimi üzerine tartışmak için. O yıl bu dersleri ilk defa veriyordu. Tüm hafta okumalar yapıyor, sosyologlardan, tarihçilere ve meclis tutanaklarına kadar her şeyi inceliyor dersini hazırlıyor ve kendi deyimiyle “sıcağı sıcağına” bize sunuyordu. Bu şekilde, “Kurtuluş” kitabını sene sonu finallerimizden önce baskıya yetiştirdi.
Devrim Tarihi derslerinde daha da heyecanlıydı; özellikle de Kongre İktidarlarını anlatırken. İbrahim Tahtakılıç’ın soyadının neden “Tahtakılıç” olduğunu, ayrıca o dönemde soyadı kanununun olmadığını sorduğumda çok sevinmişti. O da soruyu sınıfa yöneltti. Ben cevaplamaya kalkınca söz vermedi, niyetimin onu heyecanlandırmak olduğunu anlamıştı. İtiraf edeyim ki bunu O’nun konuşmacı olduğu panellerde de sıkça yaptım.
Kamuoyunun da iyi bildiği üzere Devrim Tarihimiz konusunda Bülent Tanör titiz bir araştırmacı idi. II. Cumhuriyetçi kanat ile girdiği tartışmaları da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. “II. Cumhuriyetçi dostlar Türk Devrimi’ni iyi okumamışlar, o nedenle de işin zevkine varamamışlar” diyordu. Öte yandan, sınavlarda ise II. Cumhuriyetçi yazarlardan alıntılar verip öğrencilerden yorumlamasını istiyordu. Her şey O’nun nazik üslübu ile yürüyordu. Ülkemizin tartışma uslubu bu değildi; kavgacı, kırıp döken, hakaret içeren sözler olmadan yapılan tartışmalara tartışma demez olmuştuk. Açık Radyo’da Bülent Tanör üzerine yayınlanan programa katılan Prof. Eser Karakaş, hep karşı kutupta yer alsalar da O’nunla tartışmaktan büyük keyif aldığını belirtecektir.
Devrim Tarihi derslerini güzel havalarda arka bahçede Süleymaniye manzarasına nazır yapıyorduk. Bülent Tanör farklılığını yine göstermişti. Aynı yıl Gazi olayları olmuştu. Bu sefer de tüm soğukkanlığı ile farklı gruptan öğrencileri yatıştırıcı sözler söylüyor, onlara soğukkanlılık aşılıyordu.
Herhalde, bilimsel çalışmalarında öğrencisinin sınav kağıdına atıf yapan ilk hoca Bülent Tanör’dür. Kongre İktidarları kitabına 1995 yılı Devrim Tarihi final sınavında sorduğu soruya verilen cevabı almıştı. Sınav kağıdındaki şu ifadeleri çok beğenmişti: “Yerel Kogreler bir anlamda jeneratör gibiydiler. Ülkede elektrikler kesilmişti ve her bölge kendi jeneratörüyle aydınlanacaktı, ta ki Ulusal Kongre İktidarı ülke çapında santral kurana kadar” (F.G.). Kurgu, O’nun yerel kongreler teziyle birebir örtüşüyordu. Türk Devrimini en iyi anlatan hoca (ifade Prof. Türkan Saylan‘a aittir) ünvanını bu sayede almıştı.
Üçüncü sınıfa geldiğimde (1995) yine ayrılma vakti geldi. Kendisine seçimlik Umumi Hukuk Tarihi dersimize gelmesini önerdik. “Alanım değil” dedi. Biz de normal derslerimizi bırakıp alt sınıflarda O’nun verdiği dersleri izlemeye başlamıştık. Dostum Zeynel Kangal’ı bu sayede tanıdım.
Zeynelle beni daha sonra Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği’nin düzenlediği “Inkılap Tarihi Dersleri Nasıl Okutulmalı” başlıklı toplantıya çağırdı. Toplantı üniversitelerde Devrim Tarihi dersi veren hocalar arasında olacağından, Dernek Başkanı izin vermemiş bizim öğrenci olarak katılmamıza. Tanör vazgeçmedi. “Toplantı İTÜ Sosyal Tesisleri’nde olacak, o gün kapıya gelin ben sizi içeri sokacağım, sizi kapıda görünce izin vermemezlik edemezler” dedi. Tam da böyle oldu. Bizden ısrarla sorular sormamızı, görüş açıklamamızı ve öğrenci gözüyle öneriler getirmemizi istiyordu. Biz de üzerimize düşeni yaptık sanırım. (Bkz. ilgili kitap) Dersin klasikleşmiş içeriğini, anlatım tarzını ve derse yüklenen misyonu çok eleştiriyordu. O’na davasında yardımcı olabildiysek ne mutlu bize.
Dördüncü sınıfa geldiğimizde Bülent Tanör artık bizi doktora kurlarına ve doktora tezi savunmalarına çağırmaya başlamıştı. Bugün akademik camiada tanıdığım bir çok başarılı ismi ve meslektaşlarımı bu sayede tanıdım. Bu O’nun gözüne kestirdiği öğrencileri asistan olmaya yönlendirme yöntemi idi. Sonradan öğrendim ki, bugün akademik camiada profesörlük aşamasında olan birçok kişi mesleğe O’nun yakın markajı ile bu yöntem sayesinde adım atmıştı.
O yıl, I. Tüsiad Raporu yeni yayımlanmıştı, doktora öğrencisi ve bu derslere katılan öğretim üyeleri ile raporu ve rapora yöneltilen eleştrileri tartışıyordu. Rapor okunmadan hatta kapağı dahi görülmeden yapılan eleştiriler için, “Türkiye’nin tartışma anlayışı” diyordu. Raporu okuyanlarla da sorunu vardı. Çok açık bir şekilde başkanlık sisteminin Türkiye gerçekleri ile çeliştiğini savunmasına karşın, kamuoyunda başkanlık sistemi savunucusu olarak sunulmaktan rahatsız olmuştu. Bunun üzerine II. Tüsiad raporunda yanlış anlamalar üzerine geniş bir bölüm ayırdı.
Doktora yeterlilik sınavlarına elinde bir gazete küpürü ile gelirdi. Küpür o sıralar gazetelerde çıkan, ülke gündemini işgal eden bir konuya ilişkin olurdu. Adaydan da bu sorunu yorumlamasını isterdi. Ülkemizde kamu hukuku sorunu sıkıntısı pek yaşanmazdı. Bunu biz gençlerin yetişmesinde bir şans olarak görüyordu. “Fransız gençler Le Monde okuyor; ben de alıyorum ama içeriğinde ilginç hiç bir şey bulamıyorum” diyordu. Doktora tezi savunmalarına ise tezsiz girerdi. Savunulacak tezi çok önceden okumuş olurdu. Farklı olarak konuya dair tez dışından sorular sormayı yeğler, adaydan yorumlar yapmasını isterdi. Cevap olarak çalışmada zaten ifade edilmiş olan fikirlerin tekrarlanmasından hoşlanmıyordu. Oysa, akademik camiada günün akımı savunma sırasında tez okumaktı.
Yine o yıl derinden sarstı bizi. Bir süredir Fakülteye gelmemeye başlamıştı. Her gün bakıyor ama bulamıyorduk. Koridorlarda yalnız kalmıştık. Artık ulaşama ümidimizin tükenmekte olduğu anda imdadımıza Yeşim Atamer yetişti. O’nu görmek istediğimizi kendisine ileteceğini söyledi. Odasında buluştuk yine, dökülmeye başlamış saçlarıyla gördük O’nu ilk kez. Dedikodular gerçek olmuştu. Fakat O yılmadı; 2002 yılı sonuna kadar yaşama direndi. Doktorları bunun mucize olduğunu söylediler. Kendisinden Anayasa Hukuku, İnsan Hakları, Siyaset Bilimi ve Devrim Tarihi üzerine çok dersler almıştık ama, O en büyük dersi en sona saklamıştı: “Yaşamla mücadele dersi”. Bu derste de çok başarılı idi. Çünkü o hiç “Pes” etmemişti.
Ne kadar şanslıymışım Bülent Tanör’ün öğrencisi ve gölgesi olmaktan. Akademik camiaya beni hazırlayan, Fakülte’ye girmemi candan destekleyen, akademik yaşamda benimle yakından ilgilenen hep Bülent Tanör oldu. Aramızdan ayrıldığı günlerde bile hasta yatağında yurtdışı doktora çalışması tavsiyesinde bulunuyordu. Çünkü “O” eşsizdi. Biz 93’lülerin Bülent Tanör’ü idi. Sevgili, biricik hocamız idi. Yokluğu büyük kayıp oldu, can damarlarımızdan biri kesildi. Bir devrin birikimini ve insanını kaybettik.
Bülent Tanör’ün öğrencisi.