İZ BIRAKANLAR

<< Geri
Teziç Erdoğan
Bülent Tanör için
 
Erdoğan Teziç
Bülent Tanör, kelimenin tam anlamı ile aramızdan « zamansız » ayrıldı. Meslek hayatının zor günlerinde olduğu gibi, rahatsızlığı döneminde de, kendi­sine karşı yapılan yersiz davranışlara direnebilme gücünü eksiltmedi. Günlük yaşayışında ve çalışmalarında da hiç bir mazeretin arkasına sığınmadı. Hangi koşulda olursa olsun, belirlediği hedeflere ulaşmadaki kararlılığı ile etrafında­kilere de örnekti. Davranışları ve kendini ifade biçimi ile bir topluluk içinde hemen ilgi odağı olurdu.
Bir hukukçuydu Bülent Tanör; ama onun Anayasa hukukçusu olarak kullandığı yöntemler, uğraş alanının özellikleriyle de örtüşmekteydi. Şöyle ki, bir hukukçu olarak, öncelikle yürürlükteki kuralları açıklamak, yorumlamak, bunları olaylarla karşılaştırıp aralarında bağlantı kurarak, mahkeme kararlarını (içtihatları) da dikkate almak suretiyle hukuki yöntemi hiç ihmal etmedi. Bu açıdan, « Siyasi Düşünce Hürriyeti ve 1961 Anayasası », « Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu » ile TÜSİAD’a hazırlamış olduğu « Türkiye’de Demokratik­leşme Perspektifleri » başlıklı çalışmaları ve nihayet « 1982 Anayasasına göre Türk Anayasa Hukuku » (N. Yüzbaşıoğlu ile ortaklaşa) kitapları yönteminin belirgin örnekleridir.
Anayasa Hukukumuza önemli katkıları olan « Osmanlı- Türk Anayasal Gelişmeleri » ile « Türkiye’de Kongre İktidarları » başlıklı yayınlarında, ülke­mizdeki anayasacılık hareketlerini incelerken, tarihi ve siyasi olguları esas ala­rak, siyaset bilimi yöntemi ile genel sonuçlara ulaşmıştır. « Türkiye’de Kongre İktidarları » kitabı, bağımsızlık savaşı sonrasında yeni kurulan « Ulus-Dev­let »’in, ya da Mustafa Kemal’in « en büyük eserim » dediği Cumhuriyetimi­zin, demokratik bir süreçte kurulup kurulmadığı tartışmalarına da önemli öl­çüde açıklık getirmektedir.
İnsanı insan yapan değerlerle donanmıştı Bülent Tanör. Çok yönlü ve renkli kişiliği ile de adını unutturmayacak seçkin biriydi. Üniversite camiası­nın aralarından ayrılan meslekdaşlarına vefa duygularının bir ifadesi olarak « Armağan » diye adlandırılan kitap çıkarmaları, o kimseyi bir anlamda ölüm­süzleştirmektedir. Bülent Tanör bunu ziyadesiyle hak edenlerdendir. Bu vesile ile « Armağan »’a katkıda bulunanlara, hazırlanmasında ve yayımında emeği geçenlere şükranlarımı sunarım. Bülent’i her gün artan bir hasretle anıyorum.


Öğretim üyesi, Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı
devamını oku >>
Turhallı Zeynep
Zeynep Turhallı
1995 yılında İstanbul’da liseye başladığımda, gizemli Tanörler’i arayıp bulma fikrinden vazgeçmiştim.
Seneler önce Diyarbakır’da ,İnönü Caddesi boyunca kaldırım çizgile­rinde sekerek, hoplaya zıplaya Cihangir’deki evlerine yollamak üzere merkez postaneye taşıdığım ablamın mektuplarından, aklımda sadece Kumrulu sokak adı kalmıştı ve İstanbul ise çok büyüktü.
Yeni yıla doğru bir Cumartesi günü, Radikal Gazetesini alıp okumasay­dım Kumrulu Sokağın İstanbul’da benim bildiğim en az iki Cihangirden hangi­sinde olduğunu belki de hiç öğrenemeyecektim.Gazetenin sanat ekinde Kum­rulu Sokakta oturan ressam bir çiftin röportajı vardı. Çok eskiden her yeni yılda Öget, Diyarbakır’daki evimize, içinde İstanbul’un yanıp söndüğü kartlar yol­lardı.Aniden o eski kartlardan çıkıp gelen mutlu bir yeni yıl vapuru ışıklarını söndürüp yaktı. Çünkü, tuhaf bir yeni yıl sürprizi gibi, röportajcı Taksim mey­danından başlayarak sokak sokak sora sora Kumrulu Sokağı nasıl bulduğunu da güzelce anlatmıştı.
Aralığın son haftasında, bir okul dönüşü röportajcının sora sora geçtiği bütün sokaklardan geçerek ,döndüğü bütün köşelerden dönerek Kumrulu so­kağı buldum.Kumrular yerine kedilerle dolu ilginç bir sokaktı.
Tanörler’in bir kedisinin olabileceğini zaten tahmin ediyordum ama bir de gazeteden adres bulmanın konformizmiyle kedilerinin beni alıp kapılarına götüreceği fikrine içtenlikle kapılmak istedim ve tekir bir kedinin peşine takıl­dım. “Beni evinize götürür müsün?” dedim. Sahiden götürdü.Ahşap bir kona­ğın merdivenlerine zıplayan kedinin peşinden sevinçle ilk basamağa çıktığımda elinde alış veriş torbaları olan ,evin asıl sahibi olduğu çok belli, yaşlı bir kadın kimi aradığımı sordu.”Tanörler’in evi burası mı acaba? Profesör Bülent Tanör ve Öget Tanör ‘ün evini arıyorum” dedim. “Hayır burası değil” dedi.”Onlar bak karşıki binada şu evde oturuyorlar ama bu saatte onları evde bulamaz­sın.Gene de bir bak bakalım” dedi, “Bülent Bey bazı günler evde oluyor”.
İşaret ettiği ev balkon ve pencerelerinden, kitapların, yargı ciltlerinin taştığı bir apartman dairesiydi.Kapı zilinin üzerinde B.Tanör Ö.Öktem yazı­yordu.Zile basarken, içimden evde olmamalarını diledim.Çünkü, heyecandan onlarla karşılaşacak gücüm kalmamıştı. Rahatladım.Sahiden evde yoktular.
Cumartesi günü tekrar gittiğimde yine yoktular, bu kez de 31 Aralıktı ve üst kat komşularının dediğine göre tatile gitmişlerdi.Bir dahaki Cumartesi, 4. kez de olmaz diye artık vazgeçecekken aşağıdan bastığım 3. katın zili anında kapıyı açtırdı.Heyecanla yukarıya çıktım. Öget kapıda duruyordu. Hemen tanı­dım. Kendimi tanıttım, beni çıkaramadı.En son Diyarbakır’da gördüğümden bu yana 6 sene geçmişti.Tabii ben değişmiştim, büyümüştüm ama o değişmemişti .Düşündü düşündü,buldu. “Aaa! Ne kadar büyümüşsün! İçeri gelsene” dedi. Beni sevinçle kucakladı. “Sen burada üniversiteye başlamış olamazsın değil mi? Çünkü o kadar sene olmadı daha değil mi?” dedi.”Yok daha yeni liseye başladım” dedim.Evlerini nasıl bulabildiğimi sordu.Gazetedeki röportaj’ı ve kedileri olduğu gibi anlattım, güldü.Sahiden onların da evlerini kullanan bir kedileri varmış. Bana gösterdi.Tanıdım. Önceki hafta merdivenleri çıkarken önümden fırlayıp da az daha beni düşürecek olan ,dev, kızıl kediydi.Şimdi ise vestiyerde pinekliyordu. Salonun neresine gizlenmiş olduğunu bir türlü çıka­ramadığım radyo, Barok dönemi bestecilerinden birini anons edip eserlerini çalarken, bana bizimkileri, ablamdan yeni haberlerin olup olmadığını, Diyarba­kır’ı,buradaki okulumu sordu.Sonra birinin Bülent’e ötekinin kendisine ait olduğunu söylediği iki kupada çay getirdi. İki kupadan ,iki kişilik çok tatlı bir hayatları olduğunu, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini hemen anladım.Saat 12 de sinemaya gitmeyi kararlaştırmışlardı. Öget,”Sen de bize katılır mı­sın?Seni Bülent’le de tanıştırmak istiyorum”dedi.Çaylarımızı hızla ama ağzı­mızı yakmadan içersek Alkazar Sineması’nda bekliyor olması gereken Bülent’e yetişebilecektik.
Bülent Tanör’le ilk kez Alkazar Sineması’nın girişinde karşılaştım.Daha önce hayatımda hiç profesör’e rastlamamıştım ama bana göre profesöre pek benzemiyordu, çünkü başında sıradan,İstanbul’da bir çok adamın taktığı, laci­vert renkli bir yün bere vardı.Öget, “Bülent bu kim biliyor musun?” deyip beni tanıştırdığı zaman müthiş şaşırdı. O da nasıl olup da tek başıma evlerini bula­bildiğimi sordu.Hani küçük kızlara kendilerini küçük prensesler gibi issettirten tek tük adamlar vardır ya, Bülent Tanör’ün de o tek tük adamlardan olduğunu hemen hissetmiştim. Çünkü, tokalaşırken uzattığım elimi çok sevecen bir şe­kilde avuçlarına almış, üzerine hafifçe iki defa vurmuş, “nasılsın bakalım” de­mişti. Yukarı çıkarken Öget, ona da evlerini nasıl bulduğumu anlatmamı istedi. Gazete ve kedi macerasını ona da anlattım.Güldü. Konakta oturan yaşlı kadın Melek Teyzeymiş ve sokaktaki kedilerin çoğu da onunmuş. “Peki bizim kedi­mizi de gördün mü?” dedi .”Hııhı!”dedim, “az kalsın beni merdivenlerden dü­şürecekti”.
Sağımda Öget solumda Bülent Tanör’le ikisinin ortasında oturup Güneş Yanığı filmini seyrettim.Bu dünyanın en güzel duygularından biriydi ama biraz hüzün de vardı içinde.Çünkü, İstanbul’da artık hevesle arayıp bulmayı isteye­ceğim bir Kumrulu Sokak kalmamıştı.
Ayrılırken, Öget bana adres ve telefonlarını yazıp verdi.Kumrulu So­kak’a eski demlerindeki gibi mektup yazılması gerektiğine karar verdim ve bazen günde iki tane olmak üzere bile yazdığım oldu.
Çoğu zaman İstanbul dışında, kongre ve akademik gezilerde oluyorlardı, benimse bir telefonum bile olmadığından, yıllarca olmaması gerektiğinden, mektuplaşmak çok güzel, özel bir iletişim yolu oldu aramızda.
Bir öğleden sonra evlerinde çaya davet edilmiştim.Öget,telefonda hastası olacağından gecikebileceğini söylemişti.Beni Bülent Tanör karşıladı.
Bu kez profesörlere benziyordu,çünkü üzerinde beyaz gömlek ve kadife pantolon vardı.Bir de masanın üzerinde kağıdı yarıya kadar işlenmiş daktilo makinesinden,ben kapıyı çalıncaya değin yazmakla meşgul olduğu anlaşılı­yordu.Daktilonun yan tarafında mavi kapaklı bir EGE sigarası duruyordu. Ni­san ikindisiydi, öğleden önce film festivalinde bir Afgan filmine gitmiş, be­ğenmemişti. Oturup güzel güzel sohbet ettik, o zamanlar büyük ihtimalle bir mülteci kampında bulunan ablamdan haber alıp alamadığımızı sordu.Hiç haber alamıyorduk.Sonra Diyarbakır’da okuduğu ilk okuldan söz etti,benim ilk oku­lumu sordu.Kırk yıl arayla ikimizin de Ziya Gökalp İlkokulunun aynı 2. sını­fında okumuş olduğumuz ortaya çıktı.Ama ben ilkokulun tamamını Ziya Gökalp’ta okuduğum halde o diğer sınıflara  artık yıkılmış olan Gazi’de devam etmişti.Diyarbakır’da hala eski zamanlardaki gibi bir Ermeni Cemaati’nin olup olmadığını sordu.Ermeniler’den eser yoktu ama kilise avlusunda ilaç için(Diyarbakır ağzıyla)birkaç Süryani Aile’nin kaldığını söyledim.Buna çok üzüldü.Sonra derslerimden konuştuk.Matematikten başarısız olduğumu söyle­dim.Kendisinin de okulda matematikten başarısız olduğunu söyledi.Çok sevin­dim.Moralim düzeldi.Çünkü bazıları matematikte başarısız olanlar için haksız genellemeler yapıyordu.
İleride üniversitede ne okumak istediğimi sordu.”Üniversite okumamaya karar verdim.Yazmak istiyorum” dedim.”Gene de oku ama” dedi. Kariyer falan düşünmediğimi söyledim. “Niye, hemen karar verme. Kariyer fena bir şey ol­mayabilir” dedi, “profesör olmak önemli değil belki ama bak ben evde oturup sevdiğim, istediğim kitapları yazabiliyorum”, dedi, çok zeki bir gülümsemeyle daktilo makinesini göstererek . Sonra, kitaplıklarından okumam için beraber kitap seçtik. “Zeynep,yazmayı ve okumayı çok sevdiğin belli, başka ne yapı­yorsun?” dedi. Ciddi ciddi, “Düşünüyorum!” dedim. Güldü.O günden sonra telefonda konuşurken bazen bana “Ne yapıyorsun?Düşünüyor musun?” derdi.
Apartmanlarının aşağı tarafında bir basketbol sahası vardı.Okulda basket oynayıp oynamadığımızı sordu, oğlanların topları alıp, potaları işgal ederek kızları oynatmadıklarını söyledim. “Ama beraber oynayabilirsiniz” dedi.”O zaman da topa elimizi sürdürtmüyorlar” dedim. “Galiba öyle. Çünkü burada da kız çocukları oynamıyor” dedi. Tiyatrolara gidip gitmediğimi,hangi müziği sevdiğimi sordu.Caz dedim.Çünkü Cazda dünyadaki her şey vardı .
“Ben cazdan bir şey anlayamıyorum ama klasik müziği,operayı seviyo­rum” dedi.Özellikle Beethoven’ı çok sevdiğini söyledi.Gerçekten de hukuk fakültesinde öğrencisiyken dersleri Beethoven’ın devrimci romantik coşku­suyla anlattığını görmüştüm.
Sonra Öget geldi .Öget’le, ayçöreği ve kurabiye yiyip çaylarımızı içerek sohbet ederken bizden müsaade isteyip masasına geçti ve daktilosuna kalmış olduğu yerden devam etti.Sanırım Öget için en dayanılmaz olanı budur.İşten eve dönüp, eski alışkanlıklarına devam ederken artık hiç daktilo seslerinin gel­memesi.
Liseden sonra birkaç hatayla çok istediğim felsefe yerine İstanbul Hu­kuk’u kazandığımda; “Hiç üzülmemelisin bizim okul iyidir” demişti.Ben de bir tek Bülent Tanör’ün öğrencisi olacağım için sevinmiştim.
Okulun başlarında, derslere girip çıktıkça bu Allah’ın cezası fakültede ne yapacağım diyordum. Panoda Bülent Tanör’ün Devrim Tarihi Derslerinin 1 ay sonra başlayacağı ilan edilmişti. Bütün birinci sınıflar üst sınıfların hayranlıkla anlattığı Bülent Tanör’ü merak edip duruyordu. Bir ay bir türlü geçmiyordu.
Öğleden sonraki ilk Devrim Tarihi dersine erken geldiğim halde güç­lükle yer bulabilmiştim. Elimde “Kurtuluş Kuruluş” kitabı vardı. Mayıs ayında ÖYS’nin İnkılap Tarihi sorularına hazırlanmak için istemiştim. İlk sayfasını: “Zeynep’e. Bir gün senin de kitabını okumak dileğiyle.”diye imzalamıştı. 8. Anfi gittikçe kalabalıklaşıyordu. Merdiven aralarına kadar her yer tıkış tıkış doldu. Aniden Bülent Hoca ve birkaç asistan içeriye girdiler. Bir alkış tufanı başladı. Ön sıralarda bayılgan bir kız öğrenci tekrar bayıldı. Üçüncü bayılma­sıydı, biz 1 Çiftler artık bıkmıştık.
Bülent Tanör, dimdik, soylu bir tavırla kürsüye çıktı, çok kibar bir şe­kilde önce kendisini ardından da dersleri beraber yürüteceği asistanlarını ta­nıttı. Sonra da “Dersimizin nasıl yürütüleceğini açıklamadan önce size gazetede yayınlanmış bir makaleden bir pasaj okumak istiyorum.”dedi. Okuduğu pasaj 12 Eylül cuntası döneminde Kenan Evren’in, İnkılap tarihi derslerinin nasıl okutulması gerektiği ile ilgili emirnamelerini içeren bir anekdottu. Kenan Evren öğretmenlere ve ders kitabı yazarlarına şöyle sesleniyordu: ”Ders kitaplarını öylesine Atatürkçü bir üslupla yazmalısınız ki lise fizik kitaplarının dahi en umulmadık yerlerinde Atatürk geçmeli; Atatürk ve fizik konusu irtibatlandırılmalıdır.” Pasajı okumayı bitirdikten sonra bizlere çok gür ama hiç de ajitatif ve kahramanca olmayan bir ses tonuyla şunları söyledi: “Burada, Devrim Tarihinin okullarda sürekli okutula geldiği gibi, Nutuk eksenli bir bakış açısıyla Tarih dersi işlenmeyecektir. Tek bir kişiyi öne çıkarmaktansa , bilimsel yöntemlerle olaylar ve olguların arka planındaki dinamikler açığa çıkarılarak değerlendirilecek,çeşitli tezler karşı karşıya getirilip tartışılarak Türkiye’nin Kurtuluş ve Cumhuriyetin Kuruluş’u sizlerin de katılımıyla,kimi zaman başka üniversitelerden çağıracağımız misafirlerimizle beraber tüm yönlerden ortaya konmaya çalışılacaktır.Madem ki Üniversite sözcüğü batı dillerinde evrensel anlamına gelen Üniversal sözcüğünden türeyen bir sözcük, burada üniversiter eğitim alma amacında olan sizlerle Nutuk eksenli yerel bakış açısını bir kenara bırakarak, evrensel bir bakış açısıyla,devrim tarihimizin özgünlük ve benzer­liklerini diğer dünya devrimleriyle de karşılaştırarak beraberce görmeye çalışa­cağız.” dedi.
Dönüp öğrencilere baktım, herkes büyülenmiş gibiydi. Herkes yanındaki kişiye dönüp bir şeyler söyleme telaşındaydı. Bülent Tanör’ün; sesinde , gözle­rinde ,tavırlarında bir ışık, bir büyü olduğundan söz ediyorlardı.
En arka sırada ajan olma olasılığı yüksek biri hiç soru değeri taşımayan bir şeyler sordu: “Allah aşkına bana Atatürk’ün tek bir yanlışını söyleyin .Tek bir yanlış.Asla bulamazsınız.Bana tek bir yanlışını söyleyin” dedi.Bülent Hoca, çok kibar bir biçimde, “Başlarken de dediğim gibi, biz bu derslerde tek bir ki­şiyi eksen almaktansa bir devrim tarihini bütün dinamiklerini göz önünde tuta­rak ele alacağız.Bu çerçevede daha önümüzde sizin sorunuz da şüphesiz tartı­şılacak ve yanıt bulacaktır.Hakkınız baki!” dedi.-Hakkınız baki sözü ilk kez ondan duyduğumuz iki eski sözcükten biriydi; ötekiyse “…nın bundan muradı şuydu”idi.
Tenefüs başlamadan önce, bir bilmece sordu: Bizlere benimsetmeye ça­lıştığı, bağlantıları sorgulayarak düşünme metodunun tüm yönlerini özet bir biçimde içinde barındıran aşırı merak uyandırıcı bir bilmeceydi: 1919 ve 1920 tarihleri arasında İstanbul Limanından üç ayrı tarihte üç ayrı gemi kalkmış­tır.Bu gemiler hangi tarihlerde kalkmıştı,içlerinde kimler vardı,bu kişiler neden gidiyordu ve amaçları nerelere varmaktı.? “Arada bu bilmece üzerine bir düşü­nün bakalım kim bilecek?” dedi.
Tenefüste üst sınıflar, “Biz size Bülent Tanör’ün farklı bir adam oldu­ğunu söylemiştik” tavırlarındaydılar. Bilmecenin cevabını söylemediler. Derse girdiğimiz zaman soruyu onlar yanıtladı ama Bülent Tanör teker teker söyle­dikleri her yanıtı onlara açtırdı. Üç ayrı gemide sırasıyla: Başkentten kaçan İtti­hatçılar, başkentten Anadolu’ya giden Mustafa Kemal ve yine kaçan Padişah Vahdettin vardı.
Bülent Hoca’nın dersleri; bir sinema-tarih buluşması gibiydi. Önünüze sevgiyle açtığı dünya haritası üzerinde; Balkan Dağlarında dolaşan Partizanları, Komiser Memo’ları, Latin Amerika’dan Cezayir’e,İran’a, Afganistan’a, Kam­boçya’ya kadar sakallı, sakalsız ,başı örtülü örtüsüz kadın erkek devrimci­leri,devrimlerle geçmiş bir yüzyıl tarihini,Anadolu’da durmadan işleyen bir telgrafhaneyi,devrimci subayları,Jön Türkleri görebilirdiniz.Bir yanda zihinle­rimizin fonunda tutmaya çalıştığı Enternasyonal müziğinin sesini hafiften yük­selterek İstanbul Üniversitesi’nin 8. Amfisi’nin Anayasa Dersi’nden isyan bay­rağını açmış ve bütün mürettebatı güverteye toplanmış Potemkin Zırhlısının geçişini gösterirdi.Rusya’da ,İran’da 1905’te kurşuna dizilen devrimcileri, ana­yasa yanlılarını görürdünüz.Diğer yandan Ruhi Su’dan Sarıkamış Ağıdını din­ler, İttihat ve Terakki’nin yayılmacı arzularıyla cepheden cepheye sürülen, kar altında kalan,yuvalarına hiç dönemeyen büyük büyük dayılarınızı, amcalarınızı görürdünüz.
Kendilerini Bülent Tanör’ün çizdiği çerçevenin dışında bulan ve haklı olarak “cumhuriyet çocuğu” gibi hissetmeyen, radikal değişikliklere ihtiyaç olduğunu düşünen çok sayıda insan Bülent Tanör’ü çok çeşitli açılardan eleşti­rebilir. Ancak Bülent Tanör ısrarla Türklük, Türkiyelilik, Türk Vatandaşlığı kavramlarını bütün yönleriyle tartıştırmaya çalışır, bütün görüşlere kendilerini ortaya koyma fırsatını kullansınlar diye çok çoğulcu ve demokratik platformlar sunardı. Bülent Tanör amfilerde sistemi, Türkiye’nin derin devlet ve komitacılık tarihini tartışırken; meydanlarda gittikçe azalarak ve kabul edilmiş yenilgi ru­huyla onlarca kez tekrar tekrar yaslarını anan; iyice köşeye kıstırılmışlık duy­gusuyla duvar ve afiş kavgaları yapan solcular amfilerde yoktular. Bu yüzden Bülent Tanör son zamanlarında gerçek öğrencileriyle pek buluşamadı. Etrafını, 10 metre öteden koşup, zaten çok hafif olan evrak çantasını almaya çalışan; anayasa veya kamu kürsüsü peşindeki, fikir kulübü değil rant kulübü yöneticisi, çiçek sunucusu,inek öğrenciler sarmıştı.O hepsinin farkındaydı, hiç kimseye çantasını taşıtmadı. Derslerde çok can sıkıcı bir hal alan ,ılımlı ve senkronize bir şekilde sadece onun kendi ders kitaplarına referansta bulunan ezberci tar­tışmacılara göz yummuyordu.Sorularını yoğunlaştırarak uç ve yaratıcı düşü­nenleri tartışmaya çağırıyordu.
Devrimci ve romantik bir hocaydı, ancak yanlış zamanlı, gerekmedikçe aşırı olan mücadele söylemlerini palyatif bulduğunu söylerdi. Bir keresinde en son davet edildiği panellerden birinde kendisine artık devrimci olmadığı eleşti­risi yapılmıştı.O da ;Türkiye’nin de dünyanın da artık devrimler çağında yaşa­madığına inandığını söylemiş, “döneklik” olayının bir tek sola mahsus olmadı­ğını, eski sağcıların da aynı oranda döndüğünü ve bundan dünya genelinde düşünülecek sonuçlar çıkarmak gerektiğini söylemişti.
Bülent Hoca’nın Devrim Tarihi dersi, aynı zamanda usta bir virtüöz olan dâhi bir bestecinin, çalmak üzere bestelediği son bir parça gibiydi. Devrim tarihi dersini Bülent Tanör’den en son alan biz 98 girişli öğrenciler bu vecd halindeki zekanın biricikliğini çok iyi hissediyorduk. Bu dersi alan herkes hangi görüşten olursa olsun biraz değişmiştir. Herkes hafızasındaki karikatürlerin silindiğini, düşünürken artık ayaklarının daha çok yere bastığını hissetmiştir. Zaten bu yüzden 99-2000 döneminde Devrim Tarihi Dersleri Bülent Hoca’nın elinden alındı. Galiba kulakları falsolarla terbiye edilenler kaliteli müziğe gele­mediler. Tabii onlar için Anayasa dersleri de katlanılmazdı. Tanörler kürsüden uzaklaştırılıp, bağımsız bir ülkenin anayasal düzenini başka bir ülkenin emper­yalist çıkarları yararına yıkmak için darbe yapan kişiler anayasa kürsüsünün başına getirildi.Aslında Tanör’ün eskiden derslerde görmemizi sağladığı şek­liyle pek tabii ki bu da bir Anayasa dersi işleme tarzıydı.(Bazıları böyle sever.) Ki bilen bilir, bu ders aslında her zaman dışarıda işlenir…
Bülent Tanör’ün gerçek öğrencilerinin de bir tarzı vardı elbette. Fakülte­den uzaklaştırılma pahasına darbecilere amfilerde Anayasa Dersi işletmediler ve koridorlarda koca koca adamlara anayasa dersleri verdiler: “Ferman Demirkol, üniversiteden defol!” dediler. Ve yine en son onlar Bülent Tanör’ü omuzlarında taşıdılar.
 
 
 


Bülent Tanör’ün öğrencisi.
devamını oku >>
Türkeri Levent
Levent Türkeri
Sayın Prof. Dr. Bülent Tanör ile ilk kez 1996 yılı Mart ayında ve hastalı­ğının tanısı konulduktan kısa bir süre sonra tanıştım. Aradan yıllar geçmiş ol­masına rağmen o güne ait olayları oldukça net hatırlayabiliyorum. Bunun en önemli sebebi, Bülent Hoca’nın rahatsızlığının belli bir aşamanın ötesine geç­miş olduğunu öğrenmesine rağmen hayret verici bir sakinlik içerisinde olması idi. Buna karşın eşi Öget Hanım neredeyse hiç oturmuyor, sürekli hastalık ve seyri ile ilgili bilgi edinmeye çalışıyordu. O zamanlar bu durumu, tıp dışı bir meslekten olması nedeniyle, Bülent Hoca’nın hastalığını çok net değerlendiremiyor olmasına yormuştum. Sonradan pek çok vesile ile bu ko­nuda fazlasıyla yanılmış olduğumu düşündüm. Sanıyorum ki Bülent Hoca’nın o günkü sakin tavrı altında yatan asıl neden, hastalığının durumunu çoktan kav­ramış olması ve en kötü şeylere kendisini hazırlamış olmasıydı. Büyük olası­lıkla gelecekle ilgili planını çoktan yapmıştı. Çünkü daha sonraki aylar ve yıllar içerisinde sağlığı elverdiği ölçüde bilim üretmek ve yeni kuşakları eğitmek için ne kadar çok çaba gösterdiğini, bunun sınırlarını ne kadar zorladığını, değişik vesileler ile öğrenme fırsatım oldu. Yapılan konuşmalar ve kendisine verilen bilgilerden ölümcül bir rahatsızlığa yakalandığını anlamış olmasına rağmen, bu durumda pek çok kişi için en doğal insan tepkileri olan korku, herşeyden elini ayağını çekip, izole olmak ve yaşantısının kalan bölümünde sadece hastalığı ile ilgilenmek gibi davranışların hiç birisini göstermedi. Tam tersine daha çok ça­lışmak, daha çok üretmek için çabalar oldu. Bu durumu hastanede yattığı dö­nemlerde pek çok defa gözleme fırsatım oldu. Tedavisinin bir aşamasında ke­moterapi uygulamaları için belirli aralıklarla hastaneye gelmesi gerekiyordu. Bu dönemde rastladığımız ve önceleri bizi biraz şaşırtan, ancak daha sonradan çok normal karşılayıp vizitimizi koridorda yapmamıza neden olan bir alışkan­lığı, öğrencileri ile hasta odasında yaptığı eğitsel toplantıları idi. Vizit yapmak için odasına girdiğimizde onu yanında asistanları ve öğrencileri ile bölüm top­lantısı yaparken bulmak bizi şaşırtmaz olmuştu. Genel durumu ve bağışıklık sistemi izin verdiği sürece bu tür çalışmalarına devam etti. Belki de onu hayata bağlayan şeylerin en önemlilerinden birisi mesleğine, üretmeye ve gelecek ku­şakları eğitmeye olan tutkusu ve inancıydı. Hastalığı ile olan uzun ve kıyasıya mücadelesi sırasında eşi Öget Tanör’ün olağanüstü desteğinin ve gayretlerinin yanısıra onu hayatta tutan şeylerden bir diğerinin bu tutkusu olduğunu düşünü­yorum.
Kemoterapi uygulamaları sırasında gördüğüm bir başka olay da hasta­nede olabildiğince az kalmak istemesiydi. Hastane ortamının iticiliği nedeni ile böyle bir şeyi istiyor olabilirdi, ama büyük olasılıkla, bu isteğinin altında daha çok bir an önce işlerinin başına dönebilmek ve çalışmaya devam etmek telaşı yatıyordu.
Aslında bu bağlılık ve tutku muhtemelen moralinin de yüksek kalmasını sağlıyordu. Sonuna kadar mizah duygusunu ve hastalığı ile ilgili şaka yapma yeteneğini korudu.
Hastalığına bağlı sağ kalça kemiğinde ciddi bir problem ortaya çıktığı dönemden bir süre önce, 2001 kışında tedaviye geldiği bir gün, yanında kendi­sine destek olan bir meslektaşı ve koltuk değneği ile yürürken hatırını sorduğumda, değneklerini ve başındaki örgü beresini göstererek “ Gayet iyiyim. Uludağ’da kayak için hazırlık yapıyorum” diye cevap vermişti. Bir başka sefer de kardeşi Ali Bey’den her tedavi öncesi sanki bir kutlama yapar gibi güzel bir akşam yemeği ve bir kadeh içki almayı alışkanlık haline getirdiğini öğrenmiş ve gösterdiği cesaret ve yaşama sevincine hayran kalmıştım.
Ülkemizin yetiştirdiği çok değerli bilim adamlarından biri olan Bülent Tanör Hoca’yı tanımış olmaktan çok büyük bir mutluluk duyuyorum. Ancak zamansız kaybı bir o kadar da bana üzüntü veriyor. Kendisini saygı ve rahmet ile anıyorum.
 


 Bülent Tanör’ün doktoru, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi.
devamını oku >>
Uygun Oktay
Bülent Tanör’ün ardından
 
Oktay Uygun
Bülent Tanör aramızdan ayrılalı iki yıl oldu. İnsan, bir şekilde, sevdikle­rini kaybetmenin verdiği üzüntüyle başedecek yollar buluyor, acı ve üzüntü zamanla azalıyor. Geçmişin anımsanmasıyla gelen bir hüzün kaplıyor insanı. Ama bir dostu kaybetmenin geride bıraktığı eksiklik ve boşluk duygusuna alı­şabilmek çok zor. Bülent Tanör, çevresindeki pek çok insan gibi, benim için de, doldurulması mümkün olmayan bir boşluk bıraktı. Yalnızca Bülent Tanör ile konuşulabilecek, yalnızca ona sorulabilecek ya da onunla paylaşılabilecek ko­nular için, artık sessizce beklemek dışında bir yol yok.
Bülent Tanör ile ilk kez, 1981’de, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi olarak tanıştım. Daha ilk günden, öğrencilerde, onun farklı bir öğretim üyesi olduğu kanaatinin oluştuğunu gördüm. Her dersin çıkı­şında onlarca öğrenci etrafını sarıyor, ayaküstü pek çok konu konuşuluyor, çoğu kez bu sohbetler odasında devam ediyordu.  Üniversite öğrenimimi sıkı­yönetim ve olağanüstü hal altında tamamlayan bir öğrenci olarak, o yıllarda, kendimi yalnızca Bülent Tanör’le konuşurken özgür ve yaratıcı hissettiğimi anımsıyorum. Üniversite içinde, onun dersi ya da odası, 12 Eylül zihniyetinin tek tipleştirici, baskıcı ve insanı değersizleştiren uygulamalarına kapalı ender mekânlardan biriydi. Onunla beraber düşünce özgürlüğünün en uç sınırlarında gezinir, tabu sayılan pek çok konuda beyin jimnastiği yapardık. Bülent Tanör, benim için ve çoğu öğrenci için, içinde bulunduğumuz mekana üniversite nite­liğini kazandıran en önemli unsurdu.
12 Eylül yönetimi, 1983’te, Bülent Tanör’ü üniversiteden kopardı. Onunla olan dostluğumuz uzun yıllar ev ziyaretleri, mektuplaşma ya da telefon görüşmeleri ile devam etti. Bu sırada öğrenimimi bitirip Hukuk Fakültesine araştırma görevlisi olarak atandım. Akademik yaşamımın ilk yıllarında, Bülent Tanör’ün yokluğunun üniversitede bıraktığı boşluğu bütün boyutlarıyla gör­düm. 1990 yılında Danıştay kararıyla geri dönmesi, benim için, adeta 12 Eylül yönetimi ve YÖK düzeninin insana nefes aldırmayan uygulamalarının sona ermesi gibiydi. Onunla birlikte yeniden üniversite havasını solumaya başladık. Farklı anabilim dallarında olmamıza rağmen lisans, yüksek lisans ve doktora derslerinde çoğu zaman beraber olduk.
Bülent Tanör, üniversite içinde başlı başına bir okuldu. 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı, Türkiye’nin demokratikleşme çabalarını onunla birlikte yaşamak, tar­tışmak ve değerlendirmek, bu alanlarda birer doktora tezi yazmak kadar öğreti­ciydi. Bütün bu dönem boyunca çoğu meslektaşı kendisini susmak zorunda hissetti ya da tabu sayılan konulara hiç değinmemeyi tercih etti. O ise, en çetre­fil, en duyarlı konulara çağdaş bir demokratik sistemin penceresinden bakarak fikir yürütmeyi ilke edindi. Bülent Tanör, hukukun yalnızca ne olduğunu açık­lamakla yetinmeyip, nasıl olması gerektiğini de söyleyen bir öğretim üyesiydi. Yakın geçmişte ve günümüzde, insan hakları ve demokratikleşme alanında atılan her önemli adımın arkasında onun çalışmalarının doğrudan ya da dolaylı bir etkisi vardır.
Bülent Tanör’ün bir öğretim üyesi olarak saygı ve takdirle anılması ge­reken yönlerinden biri, her koşulda görüşlerinin samimiyetine ve dürüstlüğüne güvenilebilmesidir. Kuşkusuz, görüşlerinde, hayata bakış açısında zaman içinde önemli değişiklikler oldu. Bunları hiçbir zaman reddetmedi; tam tersine fikirlerinin farklılaşmasını bir gelişme ve düşünsel zenginlik olarak gördü. Onu güvenilir ve dürüst kılan, görüşlerinin sabit fikirlilik derecesinde değişmemesi değil, değişimin ardında baskılara boyun eğme, maddi çıkar ya da statü elde etme, moda trendlere uyma gibi bilim etiğiyle bağdaşmayacak hiçbir unsurun bulunmamasıydı. O, her zaman, incelediği konuya evrensel ilkeler açısından bakabilen biriydi. Ne yazık ki, bilimsel çalışmanın asgari koşulları olan bu ilkelere uygun hareket etmek ve bilim etiğinden ödün vermeden çalışmak, Tür­kiye koşullarında ağır bedeller ödemeyi gerektiriyordu. Bu durum bugün de pek fazla değişmemiştir. Bülent Tanör, bir kaç kez, bu bedeli çok ağır biçimde ödemek zorunda bırakıldı.  
Bülent Tanör, son birkaç yıl içinde, amansız hastalığıyla boğuşmak, ha­yatının büyük kısmını geçirdiği ve çok sevdiği Fakültesinin her geçen gün ge­riye gittiğini görmek, sonunda onu üniversitesinden ayrılmak zorunda bırakan kurum içi sıkıntılarla mücadele etmek gibi, insan ruhunu boğan pek çok olayı yaşamak zorunda kaldı. İdari soruşturmalar, ceza davaları, keyfi uygulamalar ve pek çoğumuzun “yeter artık” diyeceği türden sayısız sorunlar karşısında hiç yılgınlığa kapıldığına, yakındığına tanık olmadım. Her zaman haklı ve meşru bir zeminde olmanın verdiği özgüvenle hareket eder, yanlışları açıkça ortaya koyar ve böyle davranmanın yüksek bir bedelinin olacağını bilirdi.
Son yıllarda onu en çok üzen şey, üniversite yönetiminin baskıları, da­yatmaları ve keyfi uygulamalarından çok, meslektaşlarının bu tür uygulamalara karşı kayıtsız kalmış olmasıydı. TÜSİAD için hazırladığı Türkiye’de Demok­ratikleşme Perspektifleri adlı raporda savunduğu, o dönem için radikal sayılan, bugün ise büyük ölçüde gerçekleşmiş bulunan görüşleri nedeniyle, bir şekilde üniversiteden uzaklaştırılması için karar alındı. Bu yöndeki talimatı uygulama görevini, bilim dünyamızın iki mümtaz insanı; Kemal Gürüz ve Kemal Alemdaroğlu üstlendi. Alemdaroğlu yönetimi, sözkonusu talimatı bir an önce yerine getirmek için her cepheden hoyratça saldırdı. Keyfi ve usulsüz uygula­malarını Hukuk Fakültesi akademik kurulunda gelip savundu. Tek bir öğretim üyesi bile çıkıp, yapılanların keyfi ve haksız işlemler olduğunu, akademik ge­leneklerle bağdaşmadığını söylemedi. Bazı meslektaşlarının, rektörün kulağına gider diye, Bülent Tanör’le koridorda karşılaşıp selam vermek durumunda kalmamak için yolunu değiştirdiğini görmek, gerçekten kahrediciydi.
İşte Bülent Tanör’ü asıl üzen, bu durumdu. Bir gün, “Oktay, 12 Mart ve  12 Eylül bile üniversitede bu denli tahribat yapmadı” demişti. Her iki darbenin o karanlık günlerinde, hiç olmazsa bir avuç insan haksız ve keyfi uygulamalara tepki göstermiş ve birbirleriyle dayanışma içinde hareket etmişti. Alemdaroğlu yönetimi, Bülent Tanör’ü özgür düşünceye sahip çıktığı, ilkeli ve onurlu dav­randığı için cezalandırıyor ve kimsenin sesi çıkmıyordu. Demek ki, birkaç is­tisna dışında, İstanbul Üniversitesi mensuplarının artık özgür düşünce, onurlu bir yaşam ve bilim etiği gibi değerlerden daha üstün gördükleri, korumaya ya da elde etmeye çalıştıkları başka değerler vardı: Koltuk sevdası, yönetime ya­ranarak statü elde etme hırsı ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düsturu gibi. Bülent Tanör, bu “modern” değerlerle hiç tanışmadı. O, eskinin onurlu, dürüst ve ilkeli yaşamı yücelten anlayışına bağlı, “fikri ve vicdanı hür” bir ay­dın olarak aramızdan ayrıldı.
Bülent Tanör, hayata, mesleğine, çalıştığı kuruma, ilke ve ideallerine olan sarsılmaz bağlılığının ardındaki gücün kaynaklarından birini, “her zaman gençlerle bir­likte olmak” diye açıklamıştı. Birlikte yürüttüğümüz derslerde, her ders yılı başında, birinci sınıf öğrencileri ile amfideki ilk karşılaşmamızda duy­duğu heyecanı görünce, gençlerle kurduğu dostluğun ona verdiği yaşama se­vincini daha iyi kavradım. Birinci sınıfa yeni başlayan öğrencilere, güncel ko­nularda görüşlerini açıklayabilecekleri araştırma ödevleri verir ve yüzlerce ödevi büyük bir ciddiyetle okurdu. Bu şekilde öğrencilerin yeteneklerini öğ­renmeye çalışır ve başarılı olanların akademik kariyer yapmasını teşvik ederdi. Benim akade­mik kariyerimin ilk basamağı da böyle bir ödev olmuştur.
Bülent Tanör, ideolojik kimliğini her zaman açıkça ifade etmesine rağ­men, liberal, muhafazakar, milliyetçi, Marksist, Kemalist her kesimden insanın saygı duyduğu bir insandı. Her görüşten insan onun fikirlerinden yararlanabi­lirdi. Son dönemdeki çalışmaları olan “Kurtuluş Kuruluş” ve “Türkiye’de Kongre İktidarları” yakın tarihimize yeni pencereler açan eserlerdir. “Tür­kiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” isimli çalışması ise, son yıllardaki reformların itici gücü olmuştur.
Birkaç yıl önce, Bülent Tanör’le bir gezi programı yapmıştık. Gideceği­miz yer, onun gençliğine ilişkin anılarıyla dolu özel bir mekandı. Hastalık, zaman darlığı ve başka bazı nedenlerle bu planımızı gerçekleştiremedik. Ama bir gün gerçekleştirmek istiyorum. Oraya gittiğimde, bir şekilde, onun da mutlu olacağını, planladığımız gezinin gerçeğe dönüştüğünü hissedeceğini düşünüyo­rum.


 Bülent Tanör’ün öğrencisi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi
devamını oku >>
Bu site Prof. Dr. Öget Öktem Tanör'ün mali katkılarıyla hazırlanmıştır. 2013