Dostu görme ihtimali kalmamışsa, duyulan acı somuttur.
Yücel Sayman
“Ben, belki aranızda bu işin en amatörüyüm”.
Konuşmaya girişinden belli, Bülent çok keyif aldığı bir konuyu, dinleyicileri de keyfine ortak edecek biçimde anlatacak.
“...bu dersi benim vermem istendi; ben de kabul ettim. Pişman da değilim, hoşuma da gitti.” Sonra, derslerini niye ders değil de konferans olarak başlıklandırdığını anlatıyor, birinci sınıflar için 10 konferans “Kurtuluş Üzerine”, ikinci sınıflar için bir başka 10 konferans “Kuruluş Üzerine”, öğrenciler düşünüyor, tartışıyor, Bülent’e “son derece keyifli” gelen sınav kağıtları ve ödevler veriyorlar.
Düşünüyorum da, Bülent’in dersleri “konferanslar” biçiminde vermesinde, herkesin başlığını okur okumaz içeriğini kestirip omuz silkeceği bir ders konusunu, üzerinde düşünülmemiş başka bir yönüyle ele alıp, her dersi öğrencinin de katılacağı bir düşündürücü, düşündürürken tartıştırıcı “keyif saati”ne dönüştürme amacı var sanki.
“Keyif”, Bülent’in bilimsellikte, araştırırken, okurken, anlatırken, yazarken, mavi yolculukta yine okurken, yazarken, yarışmalar ve ödüller düzenlerken, anıları kendisiyle de dalga geçerek aktarırken, dostlarını biraraya getiren yemekleri, gezileri yaşarken, bulunduğu her yeri ve her anı “işe yarar” kılmak için çaba harcarken duymak istediği ve duyduğunda mutlu olduğu, sonra bunu başkalarıyla paylaşırken bir kere daha duyduğu ve yine mutlu olduğu bir duygudur.
Aradan yıllar geçer sağ kalırsam, belki de, görüşemediğimiz uzunca dönemlerde bile geçmişe dönüp sevinçli acılı, keyifli tedirgin, korkulu umut dolu, şefkatli öfkeli, güven dolu kırgın, tutkulu bıkkın, karşılıklı hiç açıklanmamış sırların silinmez izler bıraktığı günlerin hayaline daldığımda dostluğumuzu içten gülümseterek yeniden, ne olursa olsun yeniden canlandırıveren o unutması ne mümkün, kıskanıp arada bir taklit etmeye özendiğim, istediğinde bilimselliği keyife dönüştüren, en ciddi göründüğü anlarda kara mizahın üstadı kesilen yönüyle özleyeceğim Bülent’i, kimbilir?
“İşin amatörüyüm” dedi mi, bilin ki herkesin çok iyi biliyorum dediği bir konuyu bir başka basit ama bilinmeyen, üzerinde düşünülmemiş yönüyle ele almış, incelemiş, araştırmış, pişirmiş, kotarmış, anlatmasını keyifli hale getirmiş, bulgularını bizlerle paylaşmaya hazırlanıyordur. Yayınlandığı anda başucu kitabı oluveren düşünce özgürlüğüne ilişkin eserinde, aslında düşünceyi cendereye sokmayı bilimsel marifet sayan o dönemin anlı şanlı profesörleri, doçentleri, bilirkişileri ve bilumum üstatları ile bıyık altından gülerek hafiften dalgasını geçer. Eğer Bülent’le beraber, bir akşam sofrasında, o günlerin üstatları üzerine çeşitlemeler yaparken “şair-i muazzam Abdülmunzam”ı yeni yorumlarla mizahın tükenmez zenginliklerine katmamışsanız bu dalga geçişin lezzetine varamazsınız. Tüm üstatlar Aziz Nesin’in bir “kahramanı” olarak kahkahalarla anılır, düşünceyi sınırlamak için gösterdikleri “mizahi övgüye değer” bilimsel gayretleri Bülent’in yazdığı kitabın planına uygun sırada, kimi ciddi kimi güldüren eleştirilerle şöyle bir gözden geçirilir. “İnek gelir böğürür / boğa gider öğürür / şair de bunu görür / ne manzara, manzara!”. Birimizin önünde Aziz Nesin’in İnsanlar Uyanıyor’u, bir başkasının önünde Bülent’in üstatlarının düşünce özgürlüğü üzerine katkıları (!), bir ondan, bir bundan okuyup gülerken düşünceyi hukukun hangi kavramları, hangi normları çerçevesinde düşünmemiz gerektiğini öğreniriz, derinleştirmezseniz bilimselmiş gibi görünebilen tuzakları belleriz. Bülent yazdığı esere ruhunu kattığını o akşam sofrasında ilan etmiştir. Düşünüyorum da, eser ben dahil bir çok kişinin konuşmalarında, yazılarında işlenilen ana fikrin en sağlam dayanağı olarak kullanıldı. Kitap yıllar boyu başucumda kaldı, her göz attığımda Bülent’in ruhunu duyumsadım. Acaba kaç kişi kitabın bilgiden öte yazarının keyfini de yansıttığını duyumsayabildi ? Cumhurbaşkanı’nın, Anayasa Mahkemesi Başkanı iken yaptığı o önemli konuşmasında baştan sona yararlandığı ve dayandığı belli olan kitabın yazarındaki keyfi sezip, Bülent’in ulaştığı ve bizlere sunduğu bilgi ile o süreçte duyduğu keyif arasındaki her an birini diğerine dönüştüren yaratıcılığı keşfettiğini söyleyebilmeyi ne kadar isterdim !
Bülent “İki Anayasa” başlıklı kitabı yazdı, okuduğumda bana düşündüklerimi sordu. Ona, “bu kitapta senin ruhun yok, bana kasvetli geldi” dediğimi hatırlıyorum. O kitabı bir daha okumadım, hiç bir zaman yararlanmak amacıyla da olsa el altında tutmadım. Bülent’in, içindeki bilgiler ne kadar değerli ve önemli olursa olsun, belli keyifleri duyup paylaşmadan yazdığını düşündüğüm kitabı okurken hüzünlendim. “Kasvetli” dedim, belki o günlerde sık birlikte olamamanın hırçınlığıydı, belki “yedi lenger Mamıt pehlivan”ın lezzetini bulamamışlığımdı.
Yetmişli yılların sonlarıydı sanırım. Bülent üzerinde çalıştığı araştırmayı tamamlamış, yayına hazırlamıştı. Neredeyse tamamını birlikte okuduk, yazılanları bir de dışarıdan, üçüncü göz gibi değerlendirdik. Yayınlansaydı o günlerin düşünce hayatına ve siyasetine damgasını vuran bir çok öğretim üyesinin, siyasetçinin, düşünürün tepkisini çekecekti, gereksiz kırgınlıklara yol açabilecekti. Hatırladığım, Bülent çalışmasında, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” anlayışını “egemenlik kayıtsız şartsız Millet Meclisi’nindir”e dönüştürerek demokratik yapılanmayı tıkayan süreçi hazırlayan, resmi ideolojiye dönüştüren ve uygulayan “devlet adamları”nı; bu sürecin ürünü olarak beliren popülizmin sağdan ve soldan siyasetçilerini, bilim adamlarını, yazarlarını bir bir önümüzden geçiriyordu. Yakın geçmişin ve o günlerin önemli isimleri, her biri bir alt başlık olarak “huzura çıkıyor”, saatler süren inanılmaz keyifli “oturumların gündemini” oluşturuyordu. Kitaba, üstatların resmi geçidine uyarak, “padişahlar albümü” adını takmıştık. Çalışma yayınlanmadı. Bülent bir gün yayınlanmasını vasiyet ettiğini Öget’e ve bana bildirdi, odasında bulabileceğimiz yeri de gösterdi. Geçenlerde çalışmayı bulduk. Mehmet Alkan yayına hazırlıyor, umarım eser gün ışığına çıkar, kızan kızar, beğenen övgüler düzer, o olur bu olur, Bülent’in bu çalışmasını kitaplıklarımıza koyarız.
Sevgili Bülent….
Ölümünden sonra ardından yazdığım hiç kimse olmadı. Yazarken hüzün boğuyor insanı. Oysa anlatmak, en hoş anları senin anlatmak isteyeceğin gibi anlatmak…Cenevre günlerinde, gece benim yerime çalıştığın lokantadaki baş aşçının ertesi gün, “ arkadaşınız çok bilgili ve kibar, ama bir o kadar da düşünen biri, patatesleri soyarken de üzerinde çalıştığı konuyu düşünmüş olmalı, patatesler soyula soyula ufacık kalmışlar” diyerek yaptığı sevecen yorumu, senin aynı anda hem düşünen hem patates soyan kişiyi kendinden soyutlayıp tasvir ederken aktardığın gibi anlatmak…. Adını Abdülrezzak demişti, senin zayıf noktanı keşfetmiş, ilgini kendisine odaklandırmış, gözaltında olduğumuz üç gün boyunca Yugoslavya’da başlayan antifaşist mücadelesini anlatmıştı. “Atıyor !” dediğimizde, lise öğrencisiyken Yugoslavya’da geçirdiğin aylarda öğrendiğin sözcüklerle ülke coğrafyasına ve partizanlara, özellikle Tito’ya ilişkin tuzak sorulara aynı dilden verdiği yanıtlara inanarak “atmıyor, adam sıkı eski tüfeklerden” diye bizi de inandırmaya çalışmıştın. Üçüncü gün, Abdülrezzak kendini kovalayan faşist tanklarından üçünü saf dışı bıraktıktan sonra Yugoslavya sahillerinden denize atlayıp nasıl İtalya’ya kadar gittiğini hikayelendiriyordu, o an “attığını” kabullenip “insaf ! Yugoslavya’dan İtalya’ya yüzerek mi gittin ?” diye çıkışmıştın, Abdülrezzak da “yüzdüğüm kadar yüzerim, sonra bir şilep gelir kaldığım yerden İtalya’ya kadar çekerek götürür” demişti. Hepimiz, Abdülrezzak’ın yanıtından çok senin üç gün sonunda bu yanıt karşısında söyleyecek söz arayan yüzünün şaşkın ifadesine gülmüştük. Bu “göz altı hikayesini” senin arkadaş toplantılarında anlattığın lezzette anlatmak isterdim.
Cenevre günlerinde birlikte olduğumuz dostları yıllar sonra bir araya getirerek yaşamımızın o kesitinden kalan anıları kahkahalarla anmayı çok istedin, olmadı. Bir araya gelebilseydik, herkes biliyor, en çok kendini hicvedecektin, kendin gibi anlatarak… Senin ölümünden sonra senin anına bir araya gelmek istedik, beceremedik. Becerseydik de hiçbirimiz o günleri senin anlatacağın gibi anlatamayacaktı.
Dostluğu derinden hissetmek, o dostu görebilme ihtimali kalmamışsa acı veriyor.
Bülent Tanör’ün arkadaşı, öğretim üyesi.