Gürsoy Gencay
Bülent’i anımsamak…
Gençay Gürsoy
Onu kaybetmemizin üzerinden neredeyse iki yıl geçti. Hala, arada bir Cihangir Yokuşu’ndan inerken bir an “evde midir acaba” diye aklımdan geçiyor. Sağa, Kumrulu’ya dönüyorum. Öget’in kırmızı arabası kapıda duruyor. Demek evdeler. Üstten üçüncü zile, kısa aralıklarla iki kez basıyorum. Bu aslında Bülent’in sinyali ama ben de kullanıyorum. Otomatiğin sert sesi ile dış kapı açılıyor…
Böyle olmuyor kuşkusuz. Kös kös evimin yolunu tutarken her seferinde “yokoluş”un o anlamsız ve kaba gerçekliğini boşuna kavramaya çalışıyor, yorgun düşüyorum.
Onun anısına hazırlanmakta olan kitap için bu yazıyı yazarken de aynı gerçekliğe takılıp kalıyorum. Sonra çaresiz “anımsama”nın bir tür “varoluş” biçimi olduğu tesellisine sığınmaya karar veriyorum:
Bülent’le 1960’lı yılların başında (?) Fındıkzade’de, yanlış anımsamıyorsam Antep’li öğrencilerin evinde yapılan bir gece toplantısında karşılaşmıştık. 27 Mayısı hazırlayan öğrenci hareketleri içinde adını duyardım ama hiç yüz yüze gelmemiştik. O gece bize Türkeş’in bir ses bandını dinlettiler. Ülkücü hareketin tohumlarının atıldığı günlerdi. Ben öğrenci hareketleri içindeki küçük bir solcu grubun arasındaydım. TKP’nin Mihri Belli kanadından eski tüfeklerle ilişkimiz vardı. 1962’de hep birlikte Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) girmiştik. Bülent’in o sıralarda belirli bir siyasi aidiyeti var mıydı? Anımsamıyorum ama solcu olarak biliniyordu. Gecenin geç bir saatinde birlikte çıktık ve Aksaray’a kadar yürüdük. O günlerin sol jargonundan farklı bir dili ve entelektüel muhtevası olduğu hemen anlaşılıyordu. Ben çok kolay arkadaşlık kuramam, o benden de mesafeliydi. Bu yüzden o kısa yürüyüş sadece solcu iki genç olarak tanışmamızı ve biraz birbirimizi tartmamızı sağladı.
1963’de ben İstanbul Tıp Fakültesini, Bülent İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdik. Hemen ertesi yıl Bülent İstanbul Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsünde asistanlığa başladı. Ben önce Bitlis’te “mecburi hizmet”, arkasından askerlik yaptım ve 1966’da İstanbul Tıp Fakültesinde Nöroloji Kürsüsüne asistan olarak girdim. 1961 Anayasası ile başlayan demokratikleşme süreci sendikal hareketlere büyük bir canlılık getirmişti. İlk memur sendikaları faaliyete geçmiş; Türkiye öğretmenler sendikası (TÖS) hızla örgütlenmişti. Bu arada Üniversite Asistanları Sendikası’nın (ÜNAS) kuruluş çalışmalarında ve TÖS’ün kapalı salon toplantılarında karşılaşırdık. Daha asistanlığının ilk yıllarından itibaren o dönemin en canlı tartışma konuları olan demokrasi, siyasal haklar, düşünce özgürlüğü üstüne yazdığı gazete makaleleri ve çevirileri ile adını duyurmuştu. Ama beni en çok etkileyen onun konuşmalarıydı. İyi konuşmanın bugünkünden çok daha önemli olduğu günlerdi. Türkiye İşçi Partisi ile solun ilk kez legal siyaset yapmaya ve meydanlarda halkla karşı karşıya gelmeye başladığı bu dönemdi, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve o yılların Çelin Altan’ı ile, siyasi konuşmaların en başarılı örneklerini dinlemeye alışmıştık. Ama o konuşmalarda içerik zenginliği yanında daha çok çoşku ve ajitasyon ön plana çıkardı. Bülent’in konuşmaları ise sadelik, tutarlılık ve dürüstlükle etkili olurdu. Savunduğu tezin karşısında yer alan görüşlerin haklı yanlarını çekinmeden ortaya koyardı.
1965 seçimlerinde TİP 15 milletvekili ile meclise girmiş, sosyalizm, sınıf mücadelesi, emperyalizm, faşizm gibi kavramlar yarı gizli toplantılardan meydanlara, meclis kürsüsüne ve günlük siyasete taşınmıştı. Toplumun her kesiminde, siyaset yaşamın bir parçası haline gelmişti. Özellikle sol okur-yazarların buluştuğu yemekli, içkili ev toplantılarında sabahlara kadar siyaset konuşulurdu. Dostlukların, arkadaşlıkların, aşkların, evliliklerin temeli bu ortamlarda atılır, bu ortamlarda yıkılırdı. Ve kuşkusuz bu ortamlarda kadınlar azınlıktaydı. Solcu kadınlar tarihlerinin en itibarlı dönemlerini yaşıyorlardı. Bülent’in solcu bir lise öğretmeniyle nişanlandığını ve sonra da evlendiğini duydum. Kısa bir süre sonra ben de evlendim. Başka çevrelere takıldığımız için ailece görüşmezdik.
Avrupa’dan, yükselen gençlik hareketlerinin ayak sesleri gelmeye başlamıştı. Bizde ise öğrenci hareketleri yeni yeni başveriyordu. Üniversite reformu, ilk boykotlar ve ilk işgaller’in arkasından “Kahrolsun ABD emperyalizmi”, “Kır gerillası”, “Şehir gerillası” Guavera, Mao, Ho-Shi Minh, Enver Hoca derken, 1968 bütün haşmetiyle sökün etti. Bülent’in ve benim ait olduğumuz kuşak 1968 gençlerinin ağabeyleri sayılırdık. Belki siyasi tecrübemiz ve teorik birikimimiz daha fazlaydı. Ama hiç tereddüt etmeden itiraf etmeliyiz ki, biz onları değil onlar bizi etkilediler. Bir iki yıl içinde herkesin kendi meşrebine göre kavramaya çalıştığı, başı sonu belirsiz bir devrim alaborası içine hep birlikte sürüklendik. Eylem coşkusu, soğukkanlı, gerçekçi, sabırlı siyasi projeler üretmeye olanak vermiyordu. “Nereye gidiyoruz” “ne yapıyoruz” gibi sorular anında pasifizm damgasını yiyordu. Benim de üyesi olduğum TİP, bir taraftan 15 milletvekili ile ses getiren bir parlamenter mücadele vermeye çalışıyor, Mecliste dayak yiyor, bir taraftan da parti içi sol muhalefeti sindirmeye çalışıyordu. 1966’da Malatya Kongresinde ipler kopacak, muhalefet parti yönetimini “antikomünizm” ve küçük burjuva legalizmine kapılmakla, yönetim de muhalefeti temsil eden eski tüfekleri “sol maceracılık”la suçlayacaktı. Sosyalistler arasındaki ideolojik kavgalar yavaş yavaş çığırından çıkıyordu. Militan gençlik, Türkiye’nin devrim aşamasına geldiğine çoktan karar vermişti de (devrimci durum!) sıra “Milli Demokratik Devrim”mi, “Sosyalist Devrim”mi sorununa gelmişti. Bu arada yanılmıyorsam 1966’da Muzaffer Erdost’un sol yayınları Marksizm klasiklerini birer birer çevirip yayımlamaya, YÖN dergisini izleyerek, Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çıkmaya başlamıştı. Türk Solu’nda Dr. Hikmek Kıvılcımlı’dan, Mihri Belli ve Şevki Akşit’e kadar Eski Tüfekler, Deniz Gezmiş ve bazı Dev-Genç önderleri yanında Suphi Karaman ve İlhan Selçuk da yazı yazardı. Aydınlık ise daha çok “teori” dergisi olarak kurgulanmıştı ve yazı kurulunda Mihri Belli, Muzaffer Erdert, Ahmet Say ve Vahap Erdoğdu yanında, Doğu Perinçek ve arkadaşları da vardı. Bir süre sonra (1967) TİP çevresi de ANT dergisini yayınlamaya başladı. Doğan Özgüden, Fethi Naci ve Yaşar Kemal tarafından kurulan ANT yayınları hem belgesel nitelikli siyasal yayınlar yapıyor hem de dergiyi çıkarıyordu. Beklenildiği gibi kısa sürede her iki kanatta da iç çekişmeler başladı. Kısa süre sonra, Mihri Belli’nin ifadesiyle “yabancı okul çıkışlı”, dil bilen “varlıklı aile çocukları arasında moda olan Maocu tezler” nedeniyle, Doğu Perinçek ve arkadaşları Türk Solu ve Aydınlık’dan koptular. Ayrılışta, Vecdi- Sevinç Özgüner ve Halim Spatar gibi bazı eski tüfekler de Perinçek ve arkadaşları ile beraber gittiler ve Proleter Devrimci Aydınlık (Beyaz Aydınlık) adıyla yeni bir dergi çıkarmaya başladılar.
Bu ayrıntıları Sevgili Bülent’in yaşamındaki önemli bir parantezin içini dolduran birkaç yıllık aktif siyaset serüveninin bende kalan anılarını paylaşmak için yazıyorum. Bu dönemde, birbirinden çok farklı iki siyaset çizgisini izlerken, aramızdaki dostluğun hiç yara almadığını, sonraları onun adına duyduğum derin endişelerle geçen birkaç yılın muhasebesini birlikte yaparken Bülent’teki eşsiz siyasi mizah yeteneğini de keşfettiğimi belirtmek isterim.
Aydınlık Sosyalist Dergi’nin parçalanması sırasında Doğu Perinçek ve arkadaşları ile Mihni Belli’nin çevresinde kalan Dev- Genç’li gençler arasındaki siyaset yapma tarzına dair üslüp farkını iyi anlayabilmek için “Mihri Belli’nin Anıları”nda, Sevinç Özgüner’den naklen verilen alıntıyı okumak gerekiyor: “Bildiğin gibi gazete kolay çıkmıyor. Külfeti çok. Haftada bir gece sabahlara kadar çalışmak gerekiyor. O çalışmalarda senin Deniz Gezmiş’lerin en ufak bir katkısı yok. Bütün yükü çeken ötekiler (Perinçek grubu). Sonunda gazete bin zahmetle çıkıyor. Matbaadan getirilip kocaman desteler halinde bizim odaya, kapının yanına konuyor. Bildiğin gibi karşıdaki oda Dev-Genç’in İstanbul merkezi. Oradan biri geliyor. Elini uzatıp gazeteden bir tek sayı alıyor. Biz gelenin yüzünü bile göremiyoruz. Sadece uzanan eli görüyoruz. O tek sayı içeriye götürülüyor ve orada sadece senin yazın okunuyor. Yazı kurulu olarak üzerinde o kadar tartıştığımız öteki yazılara bir göz atan bile yok. Ardından cümbür cemaat çıkıyorlar ve kim bilir nereye eyleme gidiyorlar. Seninkiler iste böyle”. (Mihri Belli’nin Anıları II. Doğan Kitap 1990 İst. S.105).
1968’de Varşova Paktı birliklerinin Prag’a girdiği günlerde TİP’de de, daha sonra büyük fırtınalara dönüşecek ilk tartışmalar başlamıştı. Prag işgali geleneksel sol çevrelerde, Amerikan Emperyalizminin Sovyet blokunu parçalamak üzere giriştiği yıkıcı eylemlere biraz abartılı bir cevap olarak değerlendiriliyor, dışa karşı “kol kırılır yen içinde kalır” tavrı benimseniyordu. Mehmet Ali Aybar, işgale hiçbir tereddüde yer bırakmayacak netlikte karşı çıkıyor ve bunu kamuoyuna açıklıyordu. 1969’da bu çıkış parti yönetiminde bölünmelerle ve Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlıktan ayrılmasıyla sonuçlanacaktı.
Proleter Devrimci Aydınlık kısa zamanda özellikle akademik çevrelerden gelen genç aydınlar için bir çekim merkezi olmaya başlamış ve Perinçek, Fikir Klüpleri Federasyonu Başkanlığına seçilmişti. Yanlış anımsamıyorsam o sıralarda Bülent’in Aydınlık’ta arada bir yazıları çıkardı.
1968’in ortalarında, asistanlık yaptığım Çapa Nöroloji Kürsüsünde görüntüleme ile ilgili teknikleri (Nöroradyoloji) öğrenmek üzere yurtdışına gönderilmeme karar verilmişti. O dönemde bu konuda en gelişmiş merkezler İskandinav ülkelerindeydi. Norveç’den bir burs olanağı çıkınca gitmek üzere hazırlanmaya başladım. 1968’in en hareketli günlerinde Türkiye’den ayrılmayı içime sindiremiyordum ama mesleki kariyerim için bu önemli bir olanaktı. Öte yandan 1968 Avrupa’sını, özellikle Paris’i görme fırsatı da azımsanmayacak çekicilikteydi.
Sanırım Mayıs sonuydu, hocam Prof. Dr. Edip Aktin’in arabasıyla yola çıktık. Edip hoca İngiltere’ye, ben Norveç’e gidecektik. İlk kez yurtdışına çıkmanın heyecanına, bir de yol boyunca geçeceğimiz Bulgaristan ve Yugoslavya’yı görme heyecanı ekleniyordu. Uygulamaya ilişkin kafa karıştıran türlü olumsuzluklara karşın, iki sosyalist ülkeyi boylu boyunca katetmek benim için gerçekten heyecan vericiydi. Üstelik çok acelemiz olmadığı için, iki ülkede de en az birer gece kalacaktık. İlk şoku, Bulgaristan’dan geçerken Türk plakasını gören Batı Trakyalı “soydaş” (!) yol işçilerinin, arabanın etrafını sarıp durumlarından yakınmalarına tanık olurken yaşadım. Bu seyahat sırasında Bulgaristan ve Yugoslavya’da karşılaştığımız olumsuzlukları açıklamaya çalışırken gösterdiğim hazin çabayı ve Edip hocanın ince ironilerle süslü yanıtlarını hiç unutamayacağım.
Yurtdışında kaldığım 2 yıla yakın süre içinde gençlik hareketlerinin dolu dizgin yaşandığı Avrupa metropollerini, işgal altındaki Prag’ı, aşılmaz (!) duvarın ikiye böldüğü Berlin’i gördüm. Oslo’da ABD Büyükelçiliği önünde, Vietnam savaşına karşı yapılan protesto gösterisinde, öğrencilerle birlikte “Kahrolsun ABD Emperyalizmi”, “Norveç Nato’dan Çıksın”, “Yaşasın Ho Shi Minh!” diye slogan atan resmi giysili Norveç’li askerleri ve subayları şaşkınlıkla izledim. Atlı polislerin göstericileri dağıtmak için coplarını vuracakmış gibi kaldırıp vurmadıklarına tanık oldum. Çevrecilerle, Feministlerle, Troçkistlerle, Anarşistlerle, Avrupa komünistleriyle tanıştım, fakat aklım Türkiye’deydi. Mektuplaşabildiğim arkadaşlardan, ulaşabildiğim gazete ve dergilerden olayları iyi kötü izleyebiliyordum ama yakın çevremdeki arkadaşlarla tartışma olanağı bulamamanın eksikliğini çekiyordum. 1969’un sonunda döndüm. Avrupa’da, bütün tantanasına karşın gençlik hareketlerinin ciddi bir düzen değişikliğine yol açmayacağı belli olmuştu. Ama Türkiye ve benzeri ülkelerde hala bir şeyler olabilirdi…
15 – 16 Haziran olayları (1970) bir yandan işçi sınıfının mücadele azmini kanıtlayarak bütün devrimci hareketleri cesaretlendiriyor, bir yanda da devletin bu tür eylemleri bastırma ve sindirme konusundaki kararlılığını gösteriyordu. Her siyasi grup 15 – 16 Haziran’ı kendine göre yorumladı ama genel olarak radikal hareketler güç kazandı. Bu rüzgâr sonuçta hepimizin ayaklarını yerden biraz kesmişti.
Yükselen işçi sınıfı hareketine karşın seçim sisteminin değiştirilmesi TİP’in parlamenter mücadele stratejisini fiilen çökertmiş, daha radikal devrimci arayışlara zemin hazırlamıştı. Gençlik kesimindeki ideolojik önderlik hemen tümüyle radikal grupların eline geçmişti.
Bülent’in aktif siyasete yönelmesi işte bu psikolojik atmosfer içinde oldu ve haliyle o günlerde genç akademisyenlerin en çok itibar ettiği Mao’culara katıldı. Aslında bu bağ ben yurtdışındayken gevşek bir şekilde zaten kurulmuştu. Bizim arkadaşlardan, o zamana kadar siyasetle pek fazla ilgilenmemiş olan Yücel Sayman da yolunu Bülent’le beraber seçti ve Mao’cu oldu. Benim de aralarında bulunduğum, 1962’de TİP’e girmiş olan grup, hemen hiç fire vermeden legal parti çizgisinde kaldık. Bizden daha genç olanların büyük çoğunluğu ise Latin Amerika tipi gerilla stratejilerine ağırlık veren gruplara katılmıştı. Bu arada bir grup da “cuntacılar” çevresinde kümelenmişti. Bu grubun azımsanmayacak sayıda prestij sahibi eski gazeteci, politikacı ve akademisyen yandaşları vardı.
ÜNAS’da değişik siyasi gruplara mensup arkadaşlar, fazla bir sorun çıkartmadan, sendikanın tarafsız kalmasına elimizden geldiği kadar özen göstererek birlikte çalışırdık. Bülent’le ben sırayla İstanbul Şubesi başkanlığını yaptık. 12 Mart darbesinden sonra MİT ajanı olduğu ortaya çıkan ve verdiği bilgilerle ünlü Madanoğlu davasının baş aktörü olan Mahir Kaynak da ÜNAS üyesiydi. Onun bazı kuşkulu davranışları dikkatimizi çekmiş ve temasta olduğu eski tüfekleri uyarmaya çalışmıştık ama uyarılarımız ciddiye alınmamıştı. O günlerde toplumun her kesiminde ve yaşamın her alanında bir değişim beklentisi vardı. Bu arada Bülent’in ve benim özel yaşamlarımız da değişmiş, evliliklerimiz yasal olmasa da fiilen son bulmuştu. Bülent artık Öget Öktem’ le, ben Norveçli Jane ile birlikteydim.
….
“Beyaz aydınlık” çevresinde toplanan Mao’cu hareket, kadrolarını köy çalışmaları için seferber ediyor, “devrim kıvılcımını”, “kırlardan şehirlere” taşımak üzere, değişik yerel kimliklerle bazılarını köylere, bazılarını kentlerin gecekondu bölgelerine yerleştiriyordu. Bülent henüz seferi göreve çıkmamıştı. Dev Genç kaynaklı gruplardan, daha şimdiden gerilla eğitimine başlayanlar vardı. TİP ise içten içe kaynıyordu. Ben o sırada Fatih ilçesinde çalışıyordum. Evim Kocamustafapaşa’daydı. Kaloriferi, doğru dürüst bir mutfağı, banyosu olmayan sefil bir evdi. Asistan maaşı dışında gelirim yoktu. Üstelik Jane hamileydi. Akşamları partili bir grup işçi ile evde eğitim çalışması (?) yapardık. Eğitim çalışması değimiz şey de, Marksist klasikleri sayfa sayfa yüksek sesle okuyup, üzerinde tartışmaktan ibaretti. Legal parti çizgisinin dışına ancak bu tartışmalar sırasında çıkardık. 1970 Eylül’ünde tanıdığımız İngiliz bir kızın boşalttığı Cihangir’deki küçük bir çatı katına taşındık. Kız ülkesine döndüğü için eski eşyalarını da bize bırakmıştı. Alçak tavanlı uydurma bir kattı, ama antredeki pencereden tarihi yarımada ve Sarayburnu’na bakan derme çatma, fakat eşsiz manzarası olan çatı balkonuna çıkılıyordu. Kocamustafapaşa’daki sefaletten sonra bu ev bizim için bulunmaz bir lükstü. Oğlum Kerem orada doğdu.
Öget’le Bülent Taksim’de oturuyorlardı. Bülent 1969 sonunda Anayasa Hukuku Kürsüsünde doktorasını vermişti. Ben de 1970 ortalarında İstanbul Tıp Fakültesinde Nöroloji uzmanı olmuştum. Kerem iki evin ortak çocuğu gibiydi. Onu sırt çantasında sırayla taşıyarak uzun yürüyüşlere çıkardık. Bülent Galatasaray mezunu olduğu için asıl yabancı dili Fransızca’ydı, Jane’in bir türlü Türkçe öğrenmemesi yüzünden, beraberken çoğu zaman İngilizce konuşur, ya da Jane için birimiz simültane çeviri yapmak zorunda kalırdık. Kerem’i taşımak gibi, bu zor işi de Öget, Bülent ve ben sırayla yapardık. Öget’in İngilizcesi hepimizden iyiydi. Ben de, gerektiğinde Norveççe’yi de katarak işi idare ederdim. İçimizde en çok zorlanan Bülent’ di ama bundan hiç yakınmazdı.
….
Siyaset, zorunlu mesleki çalışmalarımızın dışındaki gündelik hayatımızın en temel faaliyet alanıydı. Her birimizin çeşitli dernek, sendika, meslek örgütü ve parti aidiyetleri ile ilgili toplantılarda tartıştığımız konulara akşamları evlerde devam edilirdi. ÜNAS’ın başkanlığını yaptığım dönemde katıldığım bitmez tükenmez örgütler arası toplantılardan yorgun argın eve gelip Jane ve Kerem’i alarak biraz ferahlamak için Öget’lerin Taksim’deki evlerine kapağı atardım. Bülent’in iyimserliği, mizah duygusu ve ikram incelikleri günün yorgunluğunu alırdı. Gecenin bir saatinde konu, Bülent’in yasal olarak devam eden birinci evliliğinin iki taraf için de travmatik olmayacak biçimde nasıl sonlandırılacağı sorununa gelirdi. Kimi zaman bu tartışmalar, sorun çözme ve ikna yeteneğim biraz abartılarak, benim “görüşmeci” sıfatıyla Bülent’in eşinin Yeniköy’deki evine gönderilmemle nihayet bulurdu.
Bu arada banka soygunları başlamış, “şehir gerillası” önce bir ABD’li çavuş, sonra da 4 subay kaçırmıştı. Bir “askeri cunta”nın gelmekte olduğunun herkes farkındaydı ama kimilerine göre bu gelen “sol cunta”ydı.
12 Mart’ı, bu ortamda karşıladık. Sol cunta falan derken 12 Mart soldaki bütün siyasi oluşumları yerle bir etti. TÖS ve ÜNAS başta olmak üzere tüm memur sendikaları ve TİP kapatıldı. Yanlış anımsamıyorsam Bülent’le Yücel’in illegal “seferi” görevleri de hemen ertesi günü başladı. “Maocu” hareket onları köy çalışması yapmak üzere Trakya köylerine gönderiyordu. Şimdilik üniversitedeki görevlerinden ayrılmadan, hafta sonlarında köy seferlerine çıkacaklardı. Başasistan olarak görev yaptığım İstanbul Tıp Fakültesi Çapa Nöroloji kliniğinde nöbet günümdü. Akşama doğru Bülent ve Yücel geldi. Kürsü başkanının odasına kapandık. İki saat boyunca ben bütün ikna gücümü kullanarak onlara, köylüleri ayaklandıramayacaklarını (!), Türkiye’de “kırlardan şehirlere” devrim falan olamayacağını anlatmaya çalıştım. Onlara kıyasla, ben hiç olmazsa çocukluğumdan ve ilk gençlik yıllarımdan köylü milletini daha iyi tanıdığım iddiasındaydım. Karşı argümanlarımı tam anımsamıyorum ama akıl almaz bir çocukluk yaptıklarına içtenlikle inanıyor, üç gün içinde köylülerin onları ihbar edeceğini düşünüyordum. “Evet ama ya Çin, Ya Büyük Yürüyüş?” Çabalarım bir şeye yaramadı. Aksine, onlara itiraf etmesem de, ta içimden “acaba haklılar mı” diye sormaya başladığımı anımsıyorum. Yücel köylü kıyafetini düzmüştü. ÜNAS’ın kasasında kalan son parayla Öget’le birlikte, Mahmut Paşa’nın üstündeki dükkânlardan Bülent’e köylü kasketi ve lastik ayakkabı, yün çorap falan aldık. Ertesi gün gittiler. Bülent’in köy çalışmasına gittiği hafta sonlarında Jane ve Kerem’le birlikte Öget’lerde kalırdık. Bülent’in yokluğu hepimizi hüzünlendirirdi. Bir taraftan olan bitenlerle dalga geçer gülerdik ama işlerin rengi değişiyor, endişelerimiz artıyordu.
Demirel istifa etmiş, 26 Mart’ta Nihat Erim’in Partiler-üstü “Beyin takımı” hükümeti kurulmuştu. Nisan’ın sonlarına doğru sıkıyönetim ilan edildi. 17 Mayıs’ta da İsrail’in Başkonsolosu Elrom kaçırıldı. Ünlü “Balyoz hareketi” ve ev ev aramalar o günlerde oldu. Bizim Cihangir’deki çatı katı polisçe henüz bilinmiyordu. O sıkıntılı günlerde arananlardan bir kaç kişi, kısa sürelerle o evde kalmışlardı. Kız kardeşim Işıl’la birlikte bir grup Dev-Genç’li çocuk da aramalardan bir gece önce bizde kalmışlardı. Arama bizim apartmanın giriş katında başladığı sırada, koridordaki kalorifer vanasına asılmış küçük bez bir torba gözüme ilişti. Merakla açtım, içi tabanca kurşunu ile doluydu. Besbelli ki Dev-Genç’li gençler unutmuştu. Hiçbirinin silahlı eylemlere katılmadıklarını, savunma amacıyla ve biraz da havaya girerek silah taşıdıklarını biliyordum. Bu derece dalgınlık ancak acemilikle açıklanabilirdi. Telaş içinde banyodaki metal duş borusunun içine birer birer yerleştirdim. Daha önceden evdeki uygunsuz (!) kitapları, dosyaları bir bavula koyup annemlerin evine taşımıştım. Ev temizdi ama medeni durumumuz biraz garipti. 1,5 yaşında, annesi Norveç’li, babası Türk bir çocuğumuz vardı ve evli değildik. Çok net anımsamıyorum; ya eve hiç gelmediler, ya da kapıdan şöyle bir bakıp gittiler.
1971’in sonları ve 1972 yılı birbiri arkasına örgüt davaları, Deniz Gezmiş’lerin yakalanışı, yargılanışı, idamları, TİP’in kapatılması ve merkez yöneticilerinin tutuklanması, Kızıldere baskınında Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesi olaylarıyla geçti. TİP’li olmama ve siyasi meşrep itibariyle silahlı hareketlere yakın durmadığımın bilinmesine karşın, hemen tüm illegal siyasetlere mensup arkadaşlarım vardı. Polisten saklananların sağlık sorunlarından, silahlı çatışmada yaralananların tedavilerine kadar birçok konuda sık sık bana başvurulurdu. Bizim evde, Deniz’lerin affı için imza kampanyasında Onat Kutlar’la birlikte, listelerin daktilo ile yazılıp çoğaltılması işinden başlayarak bir sürü yarı gizli siyasi toplantı yapıldı. Yurtdışından bir sürü gazeteci gelip gitti, arananlardan bizde kalanlar oldu, ama hiç ciddi bir polis baskını yaşamadık. Bir iki kısa süreli sorgulama dışında benim de başıma ciddi bir şey gelmedi. Oysa siyasi örgütlerle ilişkileri benden çok daha sınırlı olan bazı arkadaşlardan gözaltına alınanlar oluyordu. Muhtemelen 1968-1969’da yurtdışında olduğum için yakın takibe alınmamıştım.
1972 Nisan’ında Fakülte Dekanı Prof. Dr. Safa Karatay beni odasına çağırdı ve lafı uzatmadan “bir an önce toparlan git” dedi. Safa bey asker kökenli bir hocaydı. Oslo Üniversitesinde bulunduğum sırada oraya gelmiş, yanlarında çalıştığım hocalardan hakkımda övücü konuşmalar dinlemiş, döndükten sonra bana bunu belgeleyen bir “takdirname” vermişti. Siyasi eğilimimi ve TİP üyesi olduğumu bilirdi ama bu konuda, nasihat faslında olsa bile, hiç bir şey söylemezdi. Bu kez de söylemedi. Asıl endişesi çok önem verdiği bilimsel kariyerimin sekteye uğramasıydı. İtiraz edecek halim yoktu. Hızla eski çalıştığım yerlerden çağrı yazıları istendi, Fakülte’den izin çıktı ve apar topar yeniden Norveç’e gitmek üzere hazırlıklara başladım.
Bu arada tutuklanma ve uzun süre hapis yatma olasılığı bulunanlardan yurtdışına çıkmak isteyenler için olanaklar hazırlamak üzere çalışmalar yapılıyordu. Önceden yurt dışına çıkmış olan Türkiyeli bazı arkadaşlar, cunta döneminde önemli kişileri dışarı çıkarma işlerinde deneyim kazanmış Yunanistanlı dostlar ve çeşitli Avrupa ülkelerinden güvenilir gazeteciler aracılığı ile biz de böyle bir ağ kurmuştuk. Yöntem oldukça basitti. Çıkışta tanınmamalarını sağlayacak sakal, bıyık, peruk, makyaj ve benzeri uygulamalarla fotoğraflar hazırlanıyor, onlar yurt dışına gönderiliyor, fotoğraflar, uygun özelliklere sahip yabancı pasaportlara elden geldiği kadar titizlikle yerleştiriliyor, sonra da Türkiye’ye giriş damgası konarak buraya gönderiliyordu. Sonrası sizin becerinize ve gözü karalığınıza kalmış. İster elinizi kolunuzu sallayarak Yeşilköy’den güpegündüz, ister daha maceralı başka kapılardan çıkabilirsiniz. Bu yolla, tanınmış bir “eski tüfek” ağabeyimizi başarıyla uğurlayarak ilk uygulamamızı yapmıştık. Sırada Bülent, Öğet, Yücel ve benim eski eşim Fatma vardı. Dördünün de “Aydınlık” çevresi ile ilişkileri nedeniyle tutuklanma olasılıkları yüksekti. Bu ilişki konusundaki traji-komik öyküleri sonradan çok konuştuk. Bülent ve Yücel’in başlangıçta Trakya köylerinde “İşçi-Köylü” gazetesi dağıtmakla sınırlı faaliyetleri giderek derinleşmiş ve parti onları Ege Bölgesine “köy çalışması” yapmak üzere göndermişti. Kılık değiştirmek için büyük özen göstermelerine karşın, kentli kimliklerini bir türlü gizleyemediklerine dair eğlenceli öyküler dinlemiştim. Bülent bir kasabada, başında köylü kasketi, sırtında eskimiş ceket, ayağında lastik ayakkabılarıyla, sözde köylü kıyafetine bürünmüş halde açık hava sinemasında bilet kuyruğuna girmiştir. Dalgındır; kuyruk ilerlerken o geri kalır. Arkadan biri seslenir; “Dayı yürüsene!” Bülent arkaya dönünce, adam yüzünü görür ve “Afedersiniz beyefendi” diye özür diler. Öğet ve Fatma ise daha eğitim aşamasında “aday üye”dirler. Arada buluşup “Maocu” hareketlerin önemli teorik yayınlarını okurlar. Bir de gizlenen bazı partili kadınları evlerinde misafir ederler. Bu arada kod adları, parolalar, şifreler, gizli buluşmalar vb. bütün mizansen, büyük işlere soyunmuş bir gizli örgüt görüntüsüne tam anlamıyla uymaktadır. Nitekim savcılıklar da aynen böyle değerlendirmişti. Kuşkusuz bu söylediklerim sadece Beyaz Aydınlık (İşçi-Köylü Partisi) için geçerli değildi. O dönemde birçok illegal hareket, doğru dürüst bir değerlendirme yapmadan başından büyük işlere kalkışmış, dürüst, yetenekli, gözü pek birçok genç insan yaşamını yitirmiş, binlercesinin yaşamı da alt üst olmuştu. Bu arada legal siyasal alanda çok önemli bir yeri olan, Mehmet Ali Aybar ve arkadaşlarının başını çektiği birinci İşçi Partisi deneyimi de heba olup gitmişti. Bu hengâmede Bülent, Öğet, Yücel’in payına Avrupa’ da iki yıl kadar süren bir kaçak göçmenlik, Fatma’nın payına da bir yıl süren hapislik yaşamı düşmüştü. Fatma başlangıçta yurt dışına çıkmayı planlarken sonradan “bu iş bize kadar uzamaz” düşüncesiyle vazgeçmişti. Bülent, Yücel ve Öğet’in kaçışlarının arkasından da tutuklanmıştı.
….
1972 Haziranında daha bu işler olmadan Jane ve Kerem’le birlikte biz de ailecek yurt dışına çıktık. İlk durak Cenevre’ydi. Orada Yunanistan’lı dostların evinde kaldık. Onlar aracılığı ile Yunan Cuntasının devrilmesinde çok önemli rol oynayan bazı Avrupalı diplomatlarla tanıştık. Türkiye’de demokrasiye dönüş için uluslararası planda neler yapılabileceğini tartıştık. Bu arada Bülent, Öğet ve Yücel’in fotoğrafları, belgelerin hazırlanacağı yere hızla ulaştırıldı. Pasaportlar Türkiye’ye gönderilmeden önce, bir uygunsuzluk olup olmadığını kontrol etmek üzere bana gösterildi. Yanlış anımsamıyorsam Bülent’inki bir Belçikalı’ya, Öğet’inki İsveçli’ye, Yücel’in ki ise bir Avusturalyalı’ya aitti. Öğet sarıya boyanmış saçlarına karşın pek İsveçli’ye benzemiyordu. Yücel’se Avusturalyalı’ydı ama tek kelime İngilizce konuşamıyordu. Artık yapacak bir şey yoktu. Pasaportlar Yunanistanlı arkadaşların ayarladıkları İsviçreli bir hanımla İstanbul’a gönderildi. Biz Cenevre’den Oslo’ya geçtik. Ben çalışacağım üniversite hastanesinde daha önceden de tanıdığım hocalarla görüştüm. Her şey yolundaydı ama kalacak yer ve geçinebilecek ücret sorununun çözümü biraz vakit alacaktı. Jane, Kerem’i de alarak başka bir kentte yaşayan ailesinin yanına gitti. Bense hastanede kalıyor ve maaşsız çalışıyordum. Bu arada Uluslararası Af Örgütü’nün Londra’daki yöneticileri o sırada İngiliz İşçi Partisi başkanı H. Wilson’un araştırma asistanlığını yapan Jane Cousins aracılığı ile benimle yüz yüze görüşmek istediklerini bildirdiler. Af örgütü daha önceden, olup bitenleri yerinde gözlemek üzere Türkiye’ye bazı elemanlarını göndermişti. Jane Cousins’de Af Örgütü adına İstanbul’a iki defa gelmiş ve bizimle ilişki kurmuştu. Bu kez cezaevlerindeki tutukluların durumunu araştırmak üzere bir avukat grubunu Türkiye’ye göndermek istiyorlardı. Esasen bu talep bizlerden gelmiş ve prensip olarak kabul edilmişti. Görüşmeyi isteyen bu grubun başındaki “Sir” ünvanlı ünlü bir avukattı (Sir O. Williams). Jane, Kerem’i ailesine bırakıp Oslo’ya döndü ve birlikte Londra’ya gittik. Orada Jane Cousins‘in evinde kaldık. Birçok ünlü yazar, sanatçı, gazeteci ile görüştük. Bu arada Sir O. Williams’ın evindeki toplantı büyük bir gerginlik içinde geçti. Bir sürü saçma sapan seremoni ve kurallarla iyice sıkıntılı hale gelen görüşme sırasında bir ara adam bizlerin Sovyetler’den para alıp almadığımızı öğrenmek istediğini söyledi. Ben ayağa kalktım ve “Askeri rejim bile bize bu tür sorular yöneltmedi. Türkiye’deki demokratik muhalefetin en temel özelliği bağımsızlığıdır” dedim ve toplantıyı terk etmek istediğimi söyledim. Adam özür diledi, yanlış anlaşıldığını belirtti ama benim iyice keyfim kaçmıştı. Jane Cousins ile birlikte evi terk ettik. Sonradan, avukatın tepkimi görmek için bu soruyu kasden sorduğunu öğrendim. Ne olursa olsun bu tavır beni çok rahatsız etmişti. O zamandan beri, yabancılarla Türkiye ile ilgili konuşurken, o günkü tedirginliği yeniden yaşıyorum. Avukat Sir O. Williams, biz Oslo’ya döndükten birkaç ay sonra Türkiye’ye gitti ve resmi izin alarak cezaevindeki tutuklularla, bu arada İlkay Demir’le görüştü. Bugün geriye doğru bakınca bütün bu çabaların somut sonuçlar doğurup doğurmadığından elbet emin olamıyorum, ama ne olursa olsun baskı rejimlerinin dünya demokratik kamuoyu tarafından gözetlendiklerini hissetmesinin yararlı olduğuna inanıyorum.
Londra’dan döndükten kısa bir süre sonra hastaneye yakın bir lojman ve düşük de olsa düzenli bir maaş sahibi oldum. İşte tam o günlerde Bülent çıkageldi. Daha önceden haber vermiş miydi anımsamıyorum ama ne kadar sevindiğimi çok iyi anımsıyorum. Jane, Kerem ile birlikte ailesinin yanındaydı. Yeni taşındığım lojmanda henüz doğru dürüst eşya yoktu ama Bülent’in odasının yatak, masa, iskemle ve başucu lambası gibi temel gereksinimleri sağlamıştı. On gün yalnız kaldık. Gündüzleri o ya okuyor ya Oslo’yu, yürüyerek keşfe çıkıyor, akşamüstü ben hastaneden çıkınca ona katılıyordum. Geceleri sabahlara kadar konuşuyorduk. O, Türkiye’de ben ayrıldıktan sonra olup bitenleri, ben de Cenevre ve Londra’daki temasları uzun uzun anlattık. Tabi beni en çok etkileyen, gıpta ile dinlediğim yurtdışına çıkış öyküsüydü. Ayrıntılarını daha sonra Öğet’den de öğrendiğim bu öyküyü her ikisine de defalarca anlattırdığımı ve böyle bir kaçış macerasını yaşamadığıma çok hayıflandığımı anımsıyorum. Önce sanırım Yücel Sirkeci’den trene binip çıkmış ve doğru Cenevre’ye gitmişti. Onunkinin fazla bir çekiciliği yoktu. Arkasından Bülent İtalyan bandıralı “Stella Maris”, sonra da Öğet aynı geminin eşi olan “Stella Solaris” ile çıkmışlardı. Kadıköy rıhtımında sık sık gördüğümüz bu iki gemi, hem isimleriyle hem de kuğu gibi zarif görünümleriyle, benim için seyahat ve serüven özlemlerimin simgeleriydi. Bülent gemiye adımını atar atmaz pasaportuna uygun Belçikalı kimliğine bürünmekte hiç güçlük çekmemişti. İsveç pasaportu taşıyan Öğet ise, ne İsveçliye benziyor ne de tabi İsveç’çe biliyordu. Ayrıca Bülent için gemi acentesinden bilet alırken Türkçe konuştuğu bir yetkili ile, sarı saçlı İsveç pasaportu taşıyan bir turist olarak yüz yüze gelmiş, adamcağız doğal olarak Türkçe konuşmaya başlamış, Öğet ise İngilizce cevap vermişti: “Ben İsveçli’yim ve Türkçe bilmiyorum”. Zavallı adam her halde durumu anlamış ve “öyle mi?” deyip işi idare etmişti.
Bülent Oslo’da bir ay kadar kaldıktan sonra Öğet’le buluşmak üzere Cenevre’ye gitti. Amacı bir an önce Fransızca konuşulan bir yerde akademik çalışmalarını sürdürmekti. Ama bunun için bir sürü sorunun çözümlenmesi gerekiyordu. Birlikte çok iyi zaman geçiriyorduk ama Avrupa’dan biraz izole bir konumdaki Oslo’da Bülent’in siyasi bakımdan da mesleki bakımdan da yapabileceği fazla bir şey yoktu. Üstelik o döneme göre hayli keskin bir feminist olan Jane, çocuk bakımı, bulaşık, temizlik gibi ev işlerinde, Bülent’i de epey bunaltmıştı. Ben günün büyük bölümünü hastanede geçirdiğim için asıl eziyet çeken Bülent’ti. Tabi Bülent bundan bir tek gün bile yakınmadı. Oslo’da hayatı zorlaştıran bir başka faktör de sigara ve içkinin inanılmaz derecede pahalı olmasıydı. Jane çalışmıyordu; benim maaşım ise o sıralarda zar zor idare edebilecek düzeydeydi. Oysa üçümüz de bolca sigara ve şarap içerdik. Tütün sarmayı o günlerde öğrendik. Bira dışındaki içkiler Norveç’te ancak resmi daireler gibi 9-5 çalışan monopollerden satın alınabilirdi (bugün de öyle). Kuyruğa girmek, şişeleri geri verilebilen en ucuz şarabı seçmek ayrı bir uğraş gerektirirdi. Zaman zaman Jane’nin arkadaşları aracılığı ile bulduğu ev yapımı kötü şaraplar bile hızla tüketilirdi.
….
Öğet, Bülent ve Yücel’in Cenevre’deki yaşamları konusunda çok öyküler dinledim. Bülent ve Yücel bir süre bulaşıkçılık ve aşçı yamaklığı yapmışlardı. Öğet ev temizliğine gidiyordu. Sonra yavaş yavaş sorunlar çözüldü. İsviçre hükümeti üçüne de “siyasi göçmen” statüsü verdi, eli yüzü düzgün işler bulundu. Son dönemde Bülent Cenevre Hukuk Fakültesinde misafir öğretim görevlisi olarak çalışıyordu. Öğet de özel piyano dersleri veriyordu. Göçmenlik dönemi 1974 sonuna kadar sürdü. Bu arada yaz tatillerinde buluşuyorduk. Son yıl ben Norveç’in en kuzey uçundaki Tromsö üniversitesinde klinik şefi olarak çalışmaya başlamıştım. Üniversite, karaya uzun bir köprüyle bağlanmış küçük bir ada üzerindeydi. Tromsö aynı zamanda balina avcılarının üssüydü. Her gün dört beş dev balina, gemilerin yedeğinde buraya getirilir, fabrikanın önündeki alanda seyre gelen turistlerin gözleri önünde parçalanırlardı. Tromsö, “altı ay gece, altı ay gündüz” döngüsünün en tipik yaşandığı eşsiz bir kuzey kentiydi. Gece yarısı güneşi kenti kavuniçi bir renge boyardı. 1974 yazında Öğet ile Bülent bizi ziyarete geldiler. Ekonomik durumumuz düzelmişti. İçinde saunası falan bulunan kocaman bir lojmanımız ve yeni bir arabamız vardı. Bir hafta kadar bölgeyi dolaştıktan sonra arabayla hep birlikte kuzey Norveç’ten İsveç’in kuzeyine, oradan Finlandiya’ya geçip Helsinki’ye indik. Oradan da feribotla Stockholm’e geçtik. Gezi kaç gün sürdü anımsamıyorum ama kuzey Finlandiya’da, kara bulutlar halinde ortalığı kasıp kavuran sivrisinek hücumunu hiç unutmuyorum. Zaman zaman önümüzü görebilmek için arabanın sileceklerini çalıştırmak zorunda kalıyorduk. Güneye indikçe sivrisinek yoğunluğu azalıyordu. Isırılmadan çadırlarımızı kurabilecek bir yer buluncaya kadar 17 saat devamlı araba kullanarak Turku civarına indik. O sırada kardeşim Yusuf Finlandiyalı sevgilisi ile birlikte Turku yakınlarındaydı. Çaresiz ona telefon ettik. Bizi ailenin bir göl kenarındaki evlerine davet ettiler. Yusuf ile birlikte, beşi yetişkin biri çocuk olmak üzere altı kişi birden, dört kişilik ailenin küçücük yaz evinde iki üç gün konuk olduk. Babanın akşamları kokulu ağaç yapraklarını yakarak pişirdiği isli balıkları, şişe şişe tükettiğimiz Fin votkalarını ve buhardan bunalınca göle atladığımız Fin hamamını hiç unutmuyorum.
….
1974’te çıkarılan af yasası ve görece demokratikleşen siyasi ortam yavaş yavaş Türkiye’ye dönüş zamanının geldiğini gösteriyordu. Ama Bülent’in kafası biraz karışıktı. Son gezimiz sırasında Öğet, dönme konusunda Bülent’in bir türlü karar veremediğini söylemişti. Yüz yüze konuşunca Bülent dönme konusunun üzerinden hep atlıyordu. Sonunda benim ısrarımla birkaç saat açık açık tartıştık. Bunca yıllık arkadaşlığımıza karşın, birbirimizin yaşamına müdahale anlamını taşıyan yargılamalardan daima kaçınırdık. Bülent Cenevre’de daha yeni yeni rayına oturan mesleki çalışmalarını bırakmak istemiyor, Türkiye’de yeniden üniversiteye dönme olanaklarının açılabileceğini inandırıcı bulmuyordu. Siyasi aidiyeti konusunda ise zaten gevşek olan bağları büsbütün zayıflamıştı. İlk kez (ve kuşkusuz son kez) dönmesi gerektiği konusunda, müdahale sınırlarını zorlayan telkinlerde bulundum. “Bu ülkenin bizlere ihtiyacı var” gibi manevi baskı unsurlarını bile kullandım. Çünkü Bülent’in öğretim üyeliğini çok sevdiğine ve bunu kendi ülkesinde yapması gerektiğine inanıyordum. Şimdi geriye dönüp baktığım zaman, onu dönmeye ikna etmeye çalışırken kullandığım gerekçelerin birçoğundan o sırada benim de pek emin olmadığımı, geleceğimiz konusunda ileri sürdüğüm iyimser beklentilere, benim de tam inanmadığımı daha berrak görüyorum. Hiç kuşku yok ki, o sırada beni asıl yönlendiren unsur, onu oralarda bırakmak istemeyişimdi. Yine hiç kuşku yok ki, Öğet’in telkinleri olmasaydı ben bu kadar müdahaleci olamazdım.
Dönme konusunda Bülent’i ikna etmeye çalışırken, bir yandan da içimden kendimle ilgili dönme kararının muhasebesini yapıyordum. Doçentlik tezimi tamamlamıştım. En iyi ihtimalle birkaç ay içinde sınava girebilir ve doçent olabilirdim. Ama Türkiye’de üniversitedeki olanaklar o kadar sınırlıydı ki, üzerinde çalıştığım konuda bir şeyler yapıp yapamayacağım hiç belli değildi. Amacım bir nörolojik görüntüleme laboratuarı kurmaktı. Ama ne bina ne de üniversite bütçesinde bu derece pahalı teknolojiyi kurabilecek para vardı. Laboratuar bir yana, benim oturacak odam bile yoktu. Öte taraftan, çalıştığım Tromso Üniversitesi yeni kurulmuş olduğu için, en son teknolojiyle donatılmış laboratuarları ve maddi kaynaklarıyla sonsuz olanaklara sahipti. Akademik kariyer kapıları sonuna kadar açıktı. Daha şimdiden, 3 dil bilen bir sekreterim, bütün uluslararası bilimsel kongrelere katılma, yılda 2 kez dilediğim bilimsel merkeze kısa süreli ziyarette bulunma olanaklarım ve iyi bir maaşım vardı. Üstelik de beraber yaşadığım insan, ülkenin yerlisiydi ve oğlum Kerem Norveçce’yi Türkçe’den çok daha iyi konuşuyordu. Açıkçası orada kalmamı isteyen yakınlarımı ve meslektaşlarımı ikna edebilecek nesnel nedenler bulmakta zorlanıyordum. Söyleyebildiğim tek şey; “Çok rahatım, çok iyiyim ama ben dönmek istiyorum” dan ibaretti. Aslında söyleyemediğim gerçeklerin başında, bu steril huzur ortamından sıkılmam geliyordu. Kendimi dünyanın tepesinde kurulmuş bir cennet bahçesinden aşağıları seyrediyor gibi hissediyordum. Ama bütün bunların ötesinde “ülkeyi terk etme” düşüncesi sanki bir “ihanet” duygusu veriyordu. Kalırsam borcumu ödememiş, mücadeleden kaçmış gibi hissedecektim.
Daha sonra bu “borçluluk” duygusunun, Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisini az çok paylaşan, bizden önceki kuşaklarda sıkça rastlanan özel bir ruh hali olduğunu gördüm. Bu temel duygu, özveri ve sorumluluk bilincinin gelişmesinde önayak oluyor ama öte yandan da, “bu ülkede her şey bizden sorulur” tarzında, zaman zaman “Jakobenizm”, zaman zaman “bürokratik elitizm” halinde tezahür eden siyasi eğilimleri besliyordu. Bülent’i ikna etmekte hangi argümanlar etkili oldu bilmiyorum ama sonunda kesin dönme kararını aldı. 1974 sonuna doğru hepimiz İstanbul’daydık.
….
Bülent ve Yücel, Anayasa Mahkemesi kararıyla kapsamı genişletilen af yasasından sonra açtıkları Danıştay davasını kazanıp üniversiteye geri döndüler. Kayda değer bir zaman kayıpları olmadı. Bu arada 1971’de kapatılan ÜNAS’ın yerine bu kez Üniversite Asistanları Derneği (TÜMAS) kurulmuş, ben de İstanbul şubesi başkanı olmuştum. Yaşam yavaş yavaş eski canlılığına kavuşuyor, TÜMAS çevresinde çeşitli sol siyasi eğilimlere mensup asistanlar, TÜMÖD çevresinde de öğretim üyeleri örgütleniyordu. 1971 öncesi sol partiler kapatılmış, iyice daralmış olan siyaset alanı dernekler ve meslek odalarına doğru kaymıştı. TÜMAS bu bakımdan ilginç bir örnek oluşturuyordu. İçinde hemen her siyasi eğilimi temsil eden üyeler vardı ama örgüt olarak herhangi bir siyasetin damgasını taşımıyordu. Yönetim Kurulu toplantıları bütün üyelere açıktı. Herkesin söz hakkı vardı ve kararlar, oylama yerine, çoğunluk eğilimi ortaya çıkıncaya kadar tartışmayı sürdürerek alınırdı. Bir tür örgüt içi demokrasi denemesi yapıyorduk ama açıkçası tartışmaktan iş yapmaya ne vakit ne de enerji kalıyordu.
Bülent bu tartışmalarda artık taraf olarak yer almıyor, zamanını daha çok Fakültedeki çalışmalarına ayırıyordu. Bu arada yıllardan beri sürüp giden boşanma davası sonuçlanmış ve daha Cenevre’deyken, 1974’de Öget’le resmen evlenmişlerdi. Yücel de eski eşinden ayrılmış ve Fatma ile evlenmişti.
Ben 1975’de doçentlik sınavını vermiş ve aynı yıl kadroya atanarak öğretim üyesi olmuştum. Henüz ne odam ne de laboratuarım vardı. Bodrum katında eskiden mazot deposu olarak kullanılan odayı kendi çabamla temizletip, boyatıp çalışma odası haline getirmiştim ama duvarlara sinmiş mazot kokusu bir türlü gitmiyordu. Çapa kampusu içinde benim nörolojik görüntüleme laboratuarlarının da yer alacağı yeni bir bina için arsa bulunmuştu, ancak ortada ne inşaat için ne de donanım için para vardı. 1974 sonunda Ecevit hükümeti istifa etmiş ve 1. Milliyetçi Cephe hükümeti kurulmuştu. Bu yüzden devletten ödenek almak olanağı da kalmamıştı. Projeyi gerçekleştirmek için 1977 seçimlerini izleyerek kurulan 2. Ecevit hükümetini beklemek gerekecekti. Genellikle sosyal demokrat iktidarlar döneminde üniversitelerdeki solcu öğretim üyelerinin itibarı göreceli olarak artar. Hükümetle olan ilişkilerde onları öne sürerler, Ecevit başbakan olunca Devlet Planlama Müsteşarlığına Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Prof. Bilsay Kuruç’u getirmişti. Kuruç’la 1968-69’da Norveç’te iki yıl beraber olmuştuk. Bizim bina sorunumuzu o zamandan az çok biliyordu. Bir başka arkadaşın maliye bakanı ile yakınlığı vardı. Kısaca ilk kez elimizde çok iyi hazırlanmış bir proje ile Devlet katında kabul görüyorduk ve ihtiyacımız karşılanıyordu. Yanlış anımsamıyorsam aynı yıl (1977) Bülent’in doçent kadrosuna atanma işi de tamamlanmıştı. Böylece Türkiye’ye dönme konusundaki pozitif beklentiler yavaş yavaş gerçekleşiyordu. Öte yandan genel siyasal ortam adım adım kaosa doğru sürükleniyordu. Faili meçhul cinayetler birbirini izliyordu. En çok hedef alınanlar solcu tanınan öğretim üyeleri ve gazetecilerdi. Gece sokağa çıkmak, “kurtarılmış bölgeler”in yakınlarında dolaşmak tehlikeliydi. Bülent’le Öget’in kumrulu sokaktaki evlerinde hep birlikte yemek yediğimiz bir gecenin ertesinde, Server Ağabey (Prof. Server Tanilli) sırtından vuruldu. Günlerce yaşam mücadelesi verdi. Son bir ümitle, apar topar onu Londra’ya götürdük. Ben de beraber gittim. Orada, Server Ağabey’in bundan böyle tekerlekli iskemleye bağımlı halde yaşayacağı ve zorlu bir rehabilitasyon dönemi geçireceği kesinleşti. Bu acımasız gerçeği iyileşme umudunu hiç yitirmemiş olan Server Ağabey’e anlatmak, hekimlilik yaşamımın en acı deneylerinden biri oldu. Onu daha sonra Leningrad’da bir rehabilitasyon merkezinde yatarken ziyaret ettim. Büyük bir enerjiyle okuyor, yazıyor; umudu ve öfkesi hiç eksilmiyordu.
Bu sarsıcı olaylar içinde yaşarken biraz ferahlamak için fırsat buldukça sağa sola tatile giderdik. Bülent’le Öget bu konuda büyük deneyim kazanmışlardı. Bir yaz İtalya’da bir kongreye katıldıktan sonra onlarla Atina’da buluşup bir sürü Yunan adası dolaştık. Beni “Kufonisi” adında küçük bir adada bıraktılar. Birkaç balıkçı evi, üst katında iki-üç pansiyon yatağı bulunan salaş bir balıkçı lokantası ve bir kiliseden ibaret adada 3-4 gün kaldım. Bu olağanüstü gezi boyunca onlarla sürekli birlikte olmaktan çok zevk aldığımı şaşırarak gördüm. Genel olarak biraz kötümser, biraz depresif seyreden duygu durumum, insanlarla sürekli beraber olmaya pek elverişli değildi. Onlarla birlikteyken Bülent’in iyimserliği ve yaşama sevinci sanki bana da geçiyordu.
1980 baharında, bir inceleme yöntemini öğrenmek amacıyla 4 ay için Paris’e gitmiştim. Eylül ortalarında dönecektim. 11 Eylül akşamı Paris’te çalıştığım hastaneden birkaç nörolog arkadaşla birlikte, ertesi günü başlayacak olan uluslararası nöroloji kongresine katılmak üzere Brüksel’e gittik. Gece geç saat vardığımız için doğru otele gidip uyuduk. Ertesi gün kongre binasına vardığımızda sekreterlikten başkanın beni aradığını öğrendim. Karşılaştığımızda Türkiye’deki son gelişmelerden haberdar olup olmadığımı sordu. Birkaç aydır dışarıda bulunduğum için doğrusu ilk aklıma gelen askeri darbe olmadı. 12 Eylül’ü böyle öğrendim. Kongre başkanı beni oturtup bütün bildiklerini anlattı ve her türlü yardıma hazır olduklarını söyledi. Benden başka bir Türk arkadaş daha vardı ama onun için bu gelişmeler çok büyük bir anlam taşımıyordu.
Ne kadar yakından izlerseniz izleyin, böyle durumlarda uzaktan ne olup bittiğini kavramak kolay olmuyor. Son bir yıldır İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri olarak görev yapıyordum. Daha önce TÜMÖD ve TÜMAS yönetiminde bulunmuştum. Bütün bu örgütler herhalde askeri rejimin hedef tahtasındaydı. Paris’te ve başka Avrupa kentlerinde yaşayan Türk arkadaşlar dönme konusunda acele etmememi, gelişmeleri beklememi öneriyorlardı. Bülent ve Öget İstanbul’daydı. Onlar da dönüşü biraz geciktirmemin iyi olacağını düşünüyorlardı. Sonunda kısa sürede durumun berraklaşmayacağı, bu kez askeri rejimin çok daha kalıcı yapısal değişikliklere hazırlandığı anlaşıldı. Eylül’ün sonuna doğru döndüm. Bülent Fransa’ya gitmeye hazırlanıyordu. Dijon’dan konuk öğretim üyesi olarak bir davet almıştı. Bu kez çıkışı fakülteden resmen izin alarak oldu. Bir yıl içinde dönecekti.
12 Eylül askeri rejiminin, başta 1961 anayasası olmak üzere tüm hukuk düzenini, üniversiteyi, sivil toplum kuruluşlarını ve siyasi yaşamı altüst edeceği anlaşılıyordu. İstanbul Tabip Odası’nın kapısı mühürlenmişti. Yönetim Kurulundan bazı arkadaşlar yurtdışına çıkmıştı. Öteki meslek odalarının, derneklerin ve sendikaların durumu farklı değildi. Gitmeden önceki son akşam yemeğinde Bülent’le, daha 40 yaşlarında üçüncü askeri darbeyi yaşamakta olduğumuzun hüznünü şakaya vermeye çalışıyorduk. Eskisi kadar olmasa bile hala iyimserliği devam ediyordu.
Önce Bülent arkasından Öget gitti. Bir yıl sonra döndüler. Bülent Fransa’da “Üçüncü Dünya’da Liberal Demokrasi” konusunda dersler vermişti. 1980’de benim profesörlük için sürem dolmuştu. Darbeden önce tezim hazırlanmış, işlemler başlamıştı. Jüri tayini ve sınav darbeden sonra yapıldı. Hiçbir sorun çıkmadı ve oy birliği ile profesörlüğe yükseltildim. O dönemde kadroya atama işlemi, tüm öğretim üyelerinin katılımı ile oluşan “Fakülte Kurulu”nda oylama ile yapılırdı. “Aydınlar Ocağı”nın önde gelen yöneticileri bizim Fakülte Kurulunda’ydı. Olmadık şeyler anlatılıyordu. “Gizli gizli” Rusça konuştuğum, Fakülte bahçesine kızıl bayrak astığım, öğrenci eylemlerinin perde arkasındaki düzenleyicisi olduğum dilden dile dolaşıyordu. Oylama yapıldı ve 2 oy farkla “evet” sonucu çıktı. Ertesi gün imza toplanayak sonuca itiraz ettiler ve oylamanın yenilenmesini istediler. Dekan baskılara direnemedi ve birkaç gün sonra oylama yenilendi. Bu kez de bir iki oyla hayırlar öndeydi. Sonuçta 12 Eylül’le birlikte profesörlüğe yükseltilmiş ama kadroya atanmamış oldum.
Tam o günlerde yurtdışına çıkışım yasaklandı. Fakülte’ye yeni atanan albay emeklisi “sivil savunma müdürü” odama gelip arama yapacağını söyledi. 1982 başında yeni binamız bitmiş, laboratuar donanımı tamamlanmıştı. Yıl sonuna doğru taşındık. Nörolojik görüntüleme laboratuarı gerek teknik donanım gerekse performans bakımından Avrupa’nın sayılı merkezleri düzeyindeydi.
Bu arada Bülent’in hocası Prof. Orhan Aldıkaçtı’nın öncülüğünde 1982 Anayasası ve Prof. İhsan Doğramacı’nın öncülüğünde de Yüksek Öğretim Yasası (YÖK) hazırlandı. Anayasa referandumu yapıldı ve %90’ların üstünde “evet” oyu ile kabul edildi. “Münasiptir, hayırlı uğurlu olsun!” diyip, çekip gitmeli mi? Yoksa bir sahil kasabasında inzivaya mı çekilmeli, hesaplarını yaparken 1983 başında üniversitelerde solcu tanınan öğretim üyelerine birer birer “sarı zarflar” gelmeye başladı: “… 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının 2. maddesinin son fıkrası uyarınca, bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak üzere görevinize son verilmiştir.”
Böylece karar verme zahmetine katlanmadan Bülent, ben, Yücel, Metin Özek, Aydın Aybay, Rona Aybay, Korkut Boratav ve daha 90 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı. Listede, klasik solcu kimliğine uymayan bir tek Prof. Hüseyin Hatemi vardı. Bu dönemde üniversitelerden ve başka kamu kuruluşlarından benzer yöntemlerle daha yüzlerce kişinin görevine son verildi. Birkaç öğretim üyesinin YÖK’ü ve 1402 uygulamasını protesto amacıyla istifa etmesi dışında üniversitelerden hiçbir tepki gelmedi. Aksine bazı üniversiteler, sıkıyönetimin taleplerini aşan uygulamalar yaptılar. İstanbul Tıp Fakültesi yönetimi, benim herkese açık bilimsel toplantılara bile katılmama tahammül edemedi. Fakültenin dergisine verdiğim bilimsel makale yayından çıkarıldı. İki yıl önce basılan Nöroloji ders kitabı, benim yazdığım bölüm çıkarılarak yeniden basıldı. Oysa hakkımızda açılmış ve sonuçlanmış bir dava, hatta belirli bir suçlama bile yoktu. Üniversite çevresinden tanıdıklar yavaş yavaş selamı sabahı kesiyor, etrafımız boşalıyordu. Darbecilerin, anarşi ve terörün kaynağı olarak üniversiteyi suçlamaları etkisini gösteriyordu. Bu durumda yurtdışına çıkmaya benim de aklım yatıyordu. Elimde çok iyi merkezlerden iş teklifleri ve davet mektupları vardı. Ancak o günlerde tanısı konulan bir kalp sorunu nedeniyle acil olarak yurtdışına gitmem gerektiğini belgeleyen heyet raporlarına karşın, gene çıkış yasağını kaldırtmak mümkün olmadı. Yasak, yıllar sonra, Uğur Mumcu’nun çabalarıyla kaldırılabildi. Yurtdışına çıkış şansımın kalmadığı ortaya çıkınca, geçinmek için muayenehane açmaktan başka yol kalmıyordu. Bugüne kadar hiç özel çalışma tecrübem olmamıştı. Hastadan para almak düşüncesi tüylerimi diken diken ediyordu. Sonunda eşim Ayla’nın Val
devamını oku >>