Bülent Tanör’ün haksızlıklara karşı yürüttüğü mücadele’den bir kesit
Fazıl Sağlam*
Bülent Tanör’le ilgili bir anı kitabında, ona yapılan ağır haksızlıkları ve bunlarla ilgili davaları kamu oyunun bilgisine sunmak, onun anısına saygının bir gereğidir. Bu konuda ilk yazım, Bülent’i kaybedişimizin ardından 20 Aralık 2002 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayımlanmıştır. Bunun da bir hikayesi var ki onu anlatmadan geçemeyeceğim. Doğrusu aranırsa Bülent’in anısına bir yazı yazmam konusunda ilk istek Cumhuriyet değerlerine bağlılığı ile tanınmış bir gazeteden gelmişti. Yazıyı hemen hazırlayıp Bülent’in cenaze namazının kılındığı gün kendilerine verdim. Yazının ağırlık noktası, İstanbul Üniversitesi’nin Bülent Tanör’e yönelik disiplin ve sicil işlemleri ve bu işlemlerin haksızlığını belirleyen yargı kararlarıydı. Aradan bir ya da iki gün geçti; yazıdan bazı cümleleri ve Bülent’e yönelik işlemleri yapan kişinin adını çıkarma önerisiyle karşılaştım. Hani yazıyı o gazeteden bir talep olmadan, ben hazırlayıp vermiş olsaydım, bu öneriyi bir dereceye kadar anlayışla karşılayabilirdim. Her gazetenin kendine özgü bir politikası vardır; ona uygun düşmeyen yazıları yayımlamayabilir. Ama düşünün ki sizden bir yazı istiyorlar. Siz de özenle hazırlayıp veriyorsunuz. Sonra bu yazıdan nelerin çıkarılması gerektiği konusunda öneri alıyorsunuz. Çıkarmazsanız yazı basılmayacak. Tabii böyle bir öneriyi hemen geri çevirdim ve yazımı da geri çektim. Ama olay, beni iki yönden düş kırıklığına uğrattı. Birinci düş kırıklığı yazımın başkaları tarafından sansür edilmesine hiç alışkın olmamamdan kaynaklanıyordu. İkincisi ise daha acı bir düş kırıklığı. Bülent TANÖR gibi yeri doldurulamayacak değerli bir bilim adamını kaybetmenin acısı üzerinizdeyken, onun anısına sizden istenen bir yazı, onun savunduğu değerlere bağlılığı ile tanınmış bir gazete tarafından geri çevriliyor. Birincisini belki unutmam mümkün. Ama ikincisini hâlâ içime sindiremediğimi belirtmem gerekiyor. Neyse ki yazı Radikal’de sansürsüz yayımlandı. Kendilerine teşekkür ediyorum. Böylece kamu oyu, Bülent Tanör’e, amansız bir hastalıkla pençeleştiği sırada yapılan kaba haksızlıkların boyutları, sorumluları ve bu işlemlerin yargıdan nasıl döndüğü hakkında belki de ilk kez bir fikir sahibi oldu.
Şimdi aynı konuyu ayrıntılarıyla birlikte kamu oyuna aktarmanın sırasıdır diye düşünüyorum. Burada anlatacaklarım, 10 Mayıs 2002 tarihine kadar Bülent TANÖR’ün savunmanlığı yaptığım sıralarda edindiğim ve benden sonra savunmayı devralmış olan meslektaşlarımdan aldığım bilgi ve belgelere dayanmaktadır.
TANÖR, kansere karşı savaşırken, kendisine önce “
yönetim görevinden ayırma” cezası verildi. Daha sonra hakkında “
olumsuz sicil” işlemi tesis edildi. Bunu “
üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezası” önerisi izledi. Arkasından bir de “
uyarma cezası” geldi.
Bütün bu işlemlerin başlangıç noktası, TANÖR’ün, İstanbul Üniversitesi Rektörüne sunduğu 10 Mayıs 2000 tarihli bir dilekçede Ferman DEMİRKOL’un bilimsel yeterliliği olmayan ve ayrıca “
adı darbeye ve ajanlığa karışmış bir kişi” olarak nitelemesi ve onun İ.Ü. Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalına atanmasına karşı çıkmış olmasıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Hukuk Fakültesi’nin tüm kurulları da bu atamaya karşı olumsuz görüş bildirmişlerdir. Ancak Rektör’ün, Demirkol’u resen atama yolunu tercih etmesi üzerine TANÖR bu işlemin iptali için İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nde 2000/ 1054 sayılı Dosya ile dava açmıştır. Bu ilginç davanın ayrıntılarına ve sonucuna birazdan dönülecektir. Bu aşamada atama işleminin Bülent’in ölümünden sonra Mahkemenin 25.06.2003 tarih ve 2003/ 825 sayılı kararıyla iptal edilmiş olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.
Bu davanın açılmasından sonra Bülent TANÖR’e yönelik disiplin cezaları ve olumsuz sicil işlemi, bir düğmeye basılmışçasına birbiri arkasından sıralanmaya başlanmıştır. Şimdi sırasıyla bunların gelişim seyri ve sonuçları hakkında bilgi vermeye çalışalım:
I. Yönetim Görevinden Ayırma Cezası:
DEMİRKOL ile ilgili olarak “
adı darbeye ve ajanlığa karışmış bir kişi” nitelemesi, TANÖR’ün Rektöre sunduğu 10 Mayıs 2000 tarihli dilekçede yer almasına rağmen, o sırada bu konuda bir soruşturma açmaya gerek duymayan Rektör, aradan altı ay kadar bir süre geçtikten sonra basında yayınlanan bir haberden hareketle, TANÖR hakkında, Ferman Demirkol’la ilgili olarak “
adı darbeye ve ajanlığa karışmış bir kişi” nitelemesini kullandığı ve adı geçen kişiye bu yolla hakaret ettiği suçlamasıyla soruşturma açtırmıştır.
Soruşturma Komisyonu Prof. Dr. Faruk ERZENGİN, Prof. Dr. Dinçer GÜLEN ve Prof. Dr. Öznur Bülent SEÇKİN’den oluşmuş .ve soruşturma sonunda TANÖR’e “yönetim görevinden ayırma cezası” verilmiştir. Bu sırada TANÖR, İ. Ü. İnsan Hakları Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü olarak görev yaptığı için, verilen ceza, TANÖR’ün bu görevden ayrılması sonucunu doğurmuştur.
Bu ceza, İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nin 20.02.2002 tarih ve E.2001/485 ve K.2002/201 sayılı kararı ile iptal edilmiştir. Kararda aynen şöyle denilmektedir:
“
Yönetim görevinden ayırma cezası, niteliği gereği yöneticilik görevinde bulunanlara bu görevleri ile ilgili olarak ... verilebilecek bir cezadır.
Olayda davacının bir öğretim üyesine basın yoluyla hakaret ettiği iddiası nedeniyle cezalandırıldığı anlaşılmakta olup, yönetimi ile sorumlu olduğu yerde görevli olmayan bir kişiyle ilgili olan bu hususun davacının yönetim görevinden ayırma cezasıyla tecziyesini gerektiren bir disiplin suçu olarak nitelendirilmesi mümkün olamayacağından davacı hakkında uygulanan disiplin cezasında mevzuata ve hukuka uyarlık görülmemiştir.”
Bu kararının yürütülmesinin durdurulması istemiyle gerek İ.Ü. Rektörlüğü ve gerekse YÖK Başkanlığı tarafından Danıştay’a yapılan başvurular Danıştay 8. Dairenin 21 .08 2002 tarih ve E. 2002/ 3176 sayılı kararı ile reddolunmuştur.
II. Olumsuz Sicil İşlemi:
1) TANÖR, bir yandan hastalığı ile mücadele edip, diğer yandan Rektörlüğün haksız işlemlerine karşı kürsüsünü savunmaya çalışırken, bu kez kendisine Rektörlüğün, 23.02.2001 gün ve 4107-174/ 0810 – 7610 sayılı işlemi tebliğ edildi. Bu işlemde TANÖR’ün 2000 yılına ilişkin sicilinin olumsuz olduğunu bildiriliyordu. Doğrusu Rektörlüğün olayı bu derece kişiselleştirmesini beklemiyordum.
Bu kaba haksızlığa karşı dava açmadan önce olumsuz sicilin hangi sicil amirlerince ve hangi gerekçe ile verildiğini sorma ihtiyacını duydum. Aldığım cevapta:
-- TANÖR’ün Rektörlüğe bağlı İnsan Hakları Hukuku Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü görevini yürüttüğü bu nedenle 1. sicil amirinin Rektör ve 2. sicil amirinin de YÖK Başkanı olduğu belirtiliyordu. Böylece işlemin İ.Ü. Rektörü ile YÖK Başkanı tarafından tesis edildiğini öğrenmiş oldum. Buna göre davanın her iki idareye karşı açılması gerekiyordu.
-- Olumsuz Sicilin gerekçeleri ise aynen şu cümlelerle açıklanmıştı:
“- TÜSİAD tarafından herhangi bir başvurusu olmaması ve döner sermaye hesabına yatırılmış bir meblağın bulunmadığının tespit edilmesi;
-
30 Haziran 2000 tarihli Yeni Binyıl Gazetesinde çıkan bir haberde hakaret içeren sözler söylediği iddiası ile ilgili olarak Müşteki Yard. Doç. Dr. Ferman DEMİRKOL’un vekili Av. Şirin Turgut tarafından verilen şikayet dilekçesine ilişkin Küçükköy Cumhuriyet Başsavcılığından alınan görevsizlik kararı üzerine hakkında soruşturma açılması
- 1998’den beri Yard. Doç. Ferman Demirkol ile ilgili beyanlarının yanlış ve yanlı olduğu bir kaç defa belgelerle belirtilmiş olmasına rağmen tavrını hiçbir şekilde düzeltmemiş olması ve sürekli üniversitemizi karalayıcı yanlı ve yanlış yayınlarını sürdürmesi.
Yapılan kanunsuzluk gerekçede açıkça görülüyordu: Çünkü özellikle ikinci gerekçede suçlamaya konu olan haberin yayım tarihinin 30.06.2000 olduğu, C. Başsavcılığı yazısının “19.10.2000” taşıdığı açıkça belirtilmişti. Soruşturma görevinin veriliş tarihi 06.11.2000, savunma yapma çağrısının tarihi ise 15.11.2000 idi. Soruşturma sonunda müvekkilime “yönetim görevinden ayırma” cezası verildiğini bildiren yazı ise 25.01.2001 tarihini taşıyordu. Oysa Yönetmeliğe göre sicil değerlendirmesinin 01.07.1999 ile 30.06.2000 tarihleri arasındaki dönemle ilgili olarak yapılması geriyordu.
Birinci gerekçeye ilişkin ilk soruşturma, telif haklarıyla ilgili olarak bir bilim kurulundan rapor alınacağı gerekçesiyle ertelenmiş aradan, bir yıl kadar bir süre geçtikten sonra 08.01.2001 tarih ve 350 – 481 sayılı yeni soruşturma emri ile üstelik iki üyesi değişmiş olarak yeniden başlatılmıştı. Yeni soruşturma kurulunun TANÖR’den savunma talep eden yazısı ise 25.01.2001 tarihini taşıyordu. Bu konu bir sonraki başlıkta ayrıca incelenecektir.
Kısacası Yönetmeliğe göre 01.07.1999 ile 30.06.2000 tarihleri arasındaki dönemi kapsaması gereken sicil raporunda, bu dönemle ilgisi bulunmayan ya da en azından bu dönemle ilgisi hukuken kurulamamış olaylar gerekçe gösterilerek TANÖR’e olumsuz sicil verilmişti. Öte yandan sicilin düzenlenme tarihi Yönetmeliğe göre 2000 yılının temmuz ayı olmak gerekirken, olumsuz sicilin TANÖR’e bildirimi 23.02.2001 tarihini taşıyordu.
Doğaldır ki bu açık hukuksuzluk idari yargıdan gerekli cevabı alacaktı. Olumsuz sicil işlemi ile ilgili olarak İstanbul 3. İdare Mahkemesi, önce yürütmenin durdurulması kararını verdi ve daha sonra da 13.03.2002 gün ve 2001/461 ve 2002/ 435 sayılı kararı ile işlemi iptal etti. İptal kararında olumsuz sicilin iptali işleminin yukarda açıklanan gerekçeleri özetlendikten sonra aynen şöyle denilmektedir:
“ ...
dava konusu 2000 yılı sicil raporunun ... Yönetmeliğin 6. maddesi hilafına Temmuz ayı geçirildikten çok sonra doldurulduğu anlaşılmaktadır.
.... 2000 yılına ait sicil raporunun gerekçeleri olarak gösterilen bu tespitler, henüz kesinleşmemiş tahkikat aşamasında bulunan davacı aleyhinde sicilin olumsuz olarak düzenlenmesinde yeterli düzeyde ve hukuken somut veri elde edilmemiş idari soruşturmalar olup, sırf bu nedenle geçmişteki (1995, 1996, 1997, 1998, 1999) sicilleri olumlu olduğu anlaşılan davacının 2000 yılı sicilinin olumsuz olarak düzenlenmesinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Kaldı ki İ.Ü.Rektörlüğünün yukarda belirtilen ilk tespitine ilişkin olarak dava dilekçesi ekinde yer alan İ. Ü. Rektörlüğünün 22.2.2000 tarihli, 4159 sayılı yazısı üzerine beş öğretim üyesi Prof. Dr. tarafından hazırlanan komisyon görüşünde netice itibariyle .... telif eser için telif haklarının döner sermayeye gelir kaydedilmesi gerekmediği sonucuna varılmakta, yani davacı lehine görüş beyan edilmekte bu suretle davacı hakkındaki 2000 yılı sicilinin olumsuz olarak doldurulmasına mesnet teşkil eden ilk nedenin hukuki geçerliliği bulunmamaktadır. ....
... Bu durumda tüm bu hususların ışığında önceki yıl çalışmaları ve sicilleri olumlu olduğu anlaşılan davacının 2000 yılı sicilinin hukuken geçerli sebepler ve somut ölçülere dayanılarak objektif biçimde sicil amirleri tarafından değerlendirildiğinden söz edilemeyeceği gibi, idari yöneticilik vasfında bulunması gereken tarafsızlık, adillik ve basiretlilik ilkesine bağlı kalınarak doldurulduğundan söz edilme olanağı da bulunmamaktadır.”
Bu satırları yorumsuz olarak kamu oyunun bilgisine sunuyorum. Tabii bu karar, İ.Ü. Rektörlüğü ve YÖK tarafından kararın yürütülmesinin durdurulması istemiyle temyiz edildi. Ancak Danıştay 8. Daire, önce 12.07.2002 tarihli kararı ile yürütmenin durdurulması istemini reddetti ve sonra 15.04.2003 tarih ve E.2002/2395 ve K. 2003/ 1770 sayılı kararı ile de davalı idarelerin temyiz istemini reddetti.
2) Ne var ki bu sırada Sevgili Bülent’i kaybetmiştik. Bütün bilim camiasının anısı önünde saygıyla eğildiği TANÖR’ün, en azından ölümünden sonra artık rahat bırakılacağını düşünüyordum. Bu nedenle 22.08.2003 tarihinde İ.Ü. Rektörlüğü’nün, karar düzeltme dilekçesi tebliğ edildiğinde, önce şaşırmadım desem yalan olur. Ama biraz düşününce, hukuka açıkça aykırı olduğu daha başlangıçta belli olan olumsuz sicil işlemini tesis eden kişinin bu yola gitmesinde şaşılacak bir yön olmadığına karar verdim. Ama asıl şaşkınlık, karar düzeltme gerekçesini okuduktan sonra kendini gösterdi. Gerekçede aynen şöyle deniyordu :
“
Davacı Prof. Dr. Bülent Tanör’ün vefat ettiği Prof. Dr. Bülent TANÖR tarafından İ.Ü.Rektörlüğü aleyhine açılan bir başka davada mirasçılarının verdiği dilekçe ile öğrenilmiştir. ...
Prof. Dr. Bülent TANÖR’ün vefat etmiş olması, ve davanın yalnız öleni ilgilendiren bir dava olması nedeniyle bu konuda İYUK 26.madde gereğince ölüm nedeni ile dava dilekçesinin iptaline karar verilmesini talep etmekteyiz.
Ayrıca dava Prof. Dr. Bülent TANÖR tarafından İstanbul Üniversitesinde çalışırken açılmıştır ve daha sonra davacı naklen Galatasaray Üniversitesine geçmiştir, ...
Davacının İ.Ü.’den ayrılması ve G.S. Üniversitesine naklen gitmesi ve İ.Ü. ile bir ilgisinin kalmaması sebebiyle , kendisi sağken davada menfaat şartının kalmaması da söz konusudur.”
Avukatlık Kanunu’nun 12. maddesinin son fıkrasında 4667 sayılı Kanunla yapılan bir değişikle: “
yükseköğretimde görevli profesörler … in yükseköğretim kurum ve kuruluşları aleyhindeki dava ve işleri takip etmeleri(ni) yasak”layan hüküm, 10.05.2002 tarihinde yürürlüğe girdiği için, bu tarihten itibaren TANÖR’ün davalarını takip edemez duruma gelmiştim. Bu nedenle yukarda alıntı yapılan dilekçeyi, cevaplamak üzere ailenin avukatlarından Av. Akın ATALAY’a verdim. ATALAY’ın verdiği cevaptan bazı cümleleri hiçbir yorum katmadan buraya aktarıyorum:
“...
yargı kararlarıyla sabit olmuş haksızlıklar zincirinin en ağırlarından biri, Huzurunuzdaki davadır. Müvekkillerimin murisi Bülent TANÖR’ün kişilik haklarını ağır bir biçimde zedeleyen ve kendisini hasta döşeğinde ağır ve haksız saldırılara maruz bırakan bu işlemlere karşı Bülent TANÖR’ün mirasçıları olarak maddi ve manevi tazminat haklarımızı kullanacağımızdan, bu haklarımızın dayanaklarından biri olarak Huzurunuzdaki davayı takip hakkımızı kullanma yönündeki talebimizi Sayın Mahkemenize beyan ve arz ediyoruz.
.............
Davalı Rektörlüğün TANÖR’e karşı yürüttüğü ağır ve haksız saldırılardan sonra, onun ölümünün arkasına sığınarak kendisini kurtarmaya çalışması, her şeyden önce idari ahlakiyatla bağdaşmayan bir savunma biçimidir. TANÖR’ün ölümünde payı olan bu haksızlıklar zincirinin banisi olan bir Rektörlüğün, şimdi bu ölümden medet umması, İstanbul Üniversitesi tarihinin en hazin bir sayfası olarak tarihe geçecektir.
Ne var ki Huzurdaki dava, yalnızca öleni ilgilendiren bir dava değildir. Bu dava hem kamuyu ve hem de TANÖR’ün mirasçılarını ilgilendirmektedir. Bülent TANÖR gibi Anayasa Hukuku alanında ve Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinde derin bir iz bırakmış olan ve eserleriyle yaşamaya devam eden bir kişiliğe karşı yapılan haksız saldırıların, onun ölümüyle birlikte karşılıksız kalmasına hukuk hiçbir şekilde izin veremez. Müvekkillerim, davalı Rektörlükçe TANÖR’e verilen manevi zararlardan doğan manevi tazminat hakkının kanuni mirasçılarıdır.
...... Herkes biliyor ki TANÖR’ün G.S Üniversitesine geçmesi, davalı Rektörlüğün, adeta bir kan davası güdercesine, TANÖR’e hasta döşeğinde uyguladığı ağır baskıların bir sonucudur. Ancak, bir kişinin üniversite değiştirmesinin, kendisine daha önceki kurumda haksız olarak verilen olumsuz sicili dava etme hakkını ortadan kaldıramıyacağı, en basit bir hukuk bilgisinin bir gereğidir.”
Rektörlüğün Karar düzeltme istemini de Danıştay reddederek, davayı Bülent TANÖR lehine kesinleştirmiştir.
III. Uyarma Cezası:
“Uyarma cezası”nı öneren soruşturma raporunun altında ise Prof. Dr. Kayıhan İÇEL ve Prof. Dr. Ergin NOMER’in imzaları yer alıyor. Diğer üye Prof. Dr. Çetin ÖZEK ise bu öneriye katılmamış, TANÖR’ü aklayan bir karşı oy yazısı yazarak bu cezanın sorumluluğuna katılmamıştır. Sevgili Bülent bu ceza ile ilgili olarak kendisinden savunma istendiği zaman, olayın hukuki bir savunma yapmaya değmeyecek bir boyut taşıdığını ve Anayasa kürsüsünün içine düşürüldüğü duruma ayna tutmanın daha önemli olduğunu belirtmiş ve beni bu konuya karıştırmak istememişti. Ceza kendisine tebliğ edildiği zaman da dava açmayı düşünmediğini söylemişti. Bu dava, TANÖR’e yapılan haksızlıkları bir türlü içine sindiremeyen kardeşi Ali TANÖR’ün zorlamasıyla açılmış ve Bülent’in soruşturma kuruluna sunduğu savunma esas alınarak Av. Handan SANER tarafından başarıyla yürütülmüştür. Bu davanın ayrıntılarına girmek bana düşmez. Merak edenler Av. Handan SANER’e başvurabilirler. Ben sadece İstanbul 6. İdare Mahkemesi’nde görülen 2001/1210 Esas sayılı davada uyarı cezasının da iptal edildiğini belirtmekle yetiniyorum.
IV. TANÖR’ü Üniversite Öğretim Üyeliği Mesleğinden Çıkarma Önerisi:
Yukarda olumsuz sicil işlemi incelenirken bu işlemin ilk gerekçesinin
“- TÜSİAD tarafından herhangi bir başvurusu olmaması ve döner sermaye hesabına yatırılmış bir meblağın bulunmadığının tespit edilmesi” olarak açıklandığını belirtmiştim. İşte bu gerekçe, daha sonra Rektör tarafından açılan bir başka soruşturmanın konusudur. Bu soruşturma, İ.Ü. Rektörlüğü’nün TANÖR’e uyguladığı haksız işlemlerin doruk noktasını oluşturmaktadır. Soruşturma sonunda önerilen ceza, kamu oyunda büyük bir tepki uyandırmasına rağmen, olayın gerçek boyutları, Yüksek Disiplin Kurulu olarak görev yapan YÖK Yürütme Kurulu’nun –belki de olacakları sezip-, bu soruşturmayı uykuya yatırması nedeniyle örtülü kalmıştır. Konunun aydınlatılması için, önce yasal durumun incelenmesi (A) ve sonra bu yasal durumu doğrulayan iki raporun ortaya konulması (B) ve daha sonra da soruşturmanın seyri (C) hakkında bilgi verilmesi gerekli ve yeterli olacaktır. Bu üç konu, Dosyanın tarafımdan incelenmesi sonunda hazırlanan savunmanın ana noktalarıdır. Israrlı taleplerimize rağmen bu savunmayı yapma imkanı bize verilmemiştir.
A. Yasal Durum:
1) 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nun
36. maddesi, üniversitede tam gün görev yapan profesör ve doçentlerle ilgili olarak şu hükme yer vermektedir:
“
Bu profesör veya doçentler, bütün mesailerini üniversite ile ilgili çalışmalara hasrederler.
Bunlar, özel konularda belirlenen görevler ve telif hakları hariç olmak üzere, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel başkaca herhangi bir iş göremezler, ek görev alamazlar, serbest meslek icra edemezler”
Görülüyor ki burada
telif hakları, tam gün çalışma düzeninin bir istisnası olarak öngörülmüştür.
2) Yönetmeliğin 11/a-1 . maddesi de bu hükmün yaptırımı niteliğini taşıyan ve
ona aykırı olması mümkün olmayan bir düzenlemedir. Buna göre:
“
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu veya diğer kanunlarda yer alan hükümler uyarınca çalışmalarına yükseköğretim kurumlarınca ve üst kuruluşun yetkili organlarınca izin verilenler hariç, yükseköğretim kurumlarından başka yerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel bir iş görmek, ek görev alma veya, serbest meslek icra etmek”; “
üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezasını gerektiren fiil ve haller”den biridir.
İşte Bülent TANÖR, bu hükme dayanılarak üniversite öğretim mesleğinden çıkarılmak istenmiştir.
3) Hukukçu olmayan Rektör ve soruşturma kurulu üyeleri, Yönetmeliğin 11/a-1 maddesinde “
telif hakları hariç” ibaresinin yer almadığını düşünerek, Bülent TANÖR’e üniversite öğretim mesleğinden çıkarma cezasını önermiş olabilirler. Oysa Yasanın 36. maddesi ile Yönetmeliğin 11/a-1 maddesini bir arada okumadan, salt 11/a-1’deki hükme dayanarak Bülent TANÖR’ü suçlamak, hukuk mantığını ters-yüz etmek demektir. Telif hakları, yasanın tam gün esası ile ilgili düzenlemesinde açık bir istisna olarak öngörülmüştür. Yasanın öngördüğü bir hakkın, kurallar hiyerarşisinde iki alt kademede yer alan bir yönetmelik hükmü ile kaldırılması mümkün değildir. Şu halde yasanın bir istisna olarak tanıdığı telif hakkı kapsamındaki bir çalışmanın Yönetmeliğin 11/a-1 maddesi kapsamında olamayacağı kuşkusuzdur. Esasen suçta ve cezada kanunilik prensibi de bunu gerektirmektedir.
Aksi düşünülecek olursa, hiçbir öğretim üyesinin üniversitesinden izin almadan telif ücreti karşılığında bilimsel yayın yapması, hatta ders kitabı bastırması mümkün değildir. Böyle bir izin yükümlülüğü ise öğretim üyeleri üzerinde baskı kurma aracı olarak kullanılmaya müsaittir. Telif ücreti karşılığı bilimsel yayını izne bağlama, bilim özgürlüğüne açıkça aykırıdır. Bu gerçeği kavrayabilmek için 2547 sayılı Yasanın “Profesörlüğe Yükselme ve Atama” başlıklı 26. maddesinin a/2 bendine bakmak yeterlidir. Zira burada “
uluslararası düzeyde orijinal yayınlar yapmak” profesörlüğe yükseltilmenin ana koşulu olarak düzenlenmiştir. Böyle bir yayını izin koşuluna bağlamak profesörlüğe yükselmeyi de izin koşuluna bağlamaktan farksızdır.
4) Olayın bir başka boyutu da
döner sermaye kapsamındaki işlerle ilgilidir.
Bu konuda ilk akla gelen hüküm 2547 sayılı Yasanın 37. maddesidir. Bu maddeye göre:
“
Yükseköğretim kurumları dışındaki kuruluş ve kişilerce, üniversite içinde veya hizmetin gerektirdiği yerde, üniversiteler ve bağlı birimlerinden istenecek bilimsel görüş, proje, araştırma ve benzeri hizmetler … üniversite yönetim kurulunca kabul edilecek esaslara bağlı olmak üzere yapılabilir. Bu hususta alınacak ücretler, ilgili yüksek öğretim kurumunun veya buna bağlı birimin döner sermayesine gelir kaydedilir.”
Görülüyor ki bu hüküm kapsamında bir çalışmanın söz konusu olabilmesi için her şeyden önce “
bilimsel görüş, proje, araştırma ve benzeri hizmetler”in, “
üniversiteler ve bağlı birimlerinden istenmiş olması” gerekir.
Nitekim “İ.Ü. Hukuk Fakültesi Döner Sermaye Yönetmeliği”nin 3 a maddesi de 37. maddeye paralel bir biçimde “
Yükseköğretim kurumları dışındaki kuruluşlar ve gerçek ve tüzel kişiler tarafından istenecek bilimsel görüş, araştırma, uygulama ve benzeri hizmetler ve buna ilişkin raporların düzenlenmesi” nden söz edilmektedir. Buradaki talebin döner sermaye işletmesine yöneltilmesi gerektiği kuşkusuzdur.
Oysa Bülent TANÖR’ün soruşturma konusu çalışması TÜSİAD tarafından üniversiteden ya da döner sermaye işletmesinden değil, doğrudan doğruya kendisinden istenmiştir. Bu nedenle bu hükümler kapsamına da sokulamaz.
B. Yasal Durumu Doğrulayan Raporlar:
1) İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü TANÖR hakkında yukarda açıklanan suçlamaya dayalı olarak ilk soruşturma emrini 02.02.2000 tarihli bir yazıyla vermiştir. Bu yazıda belirlenen Soruşturma kurulu, Prof. Dr. Özdem Anğ başkanlığında
Prof. Dr. Erkan Topuz ve Prof. Dr. Metin Tuncel’den oluşturulmuştur. Bu Kurul’un Başkanı Özdem Anğ, 28 şubat 2000 tarihinde savunma yapmak üzere TANÖR’e, 11.02.2000 tarihli davet yazısı göndermiştir. Ancak bu arada Rektör, telif hakları konusunda Prof. Dinçer Gülen Başkanlığında bir inceleme komisyonu oluşturulduğunu, bu nedenle bu rapor hazırlanıncaya kadar soruşturmanın askıya alındığını bildirdiğinden, Soruşturma Kurulu Başkanı, 24.02. 2000 tarihli bir yazı ile savunma davetini ertelemiştir.
a) Rektör tarafından telif konusunu incelemek üzere kurulan komisyon, 10.04.2000 tarihinde raporunu Rektörlüğe sunmuştur. Raporda şu sonuca varılmaktadır:
“
a) Yükseköğretim kurumları dışındaki kuruluş veya kişilerce, üniversiteler veya bağlı birimlerinden istenecek bilimsel görüş, proje, araştırma ve benzeri hizmetlerin istenmesi halinde, ücretlerin, ilgili yükseköğretim kurulunun veya buna bağlı birimin döner sermayesine gelir kaydedilmesi gerektiği,
b) devamlı statüde çalışan … profesör ya da doçentin, dışarıdaki özel veya tüzel kişi ve kuruluşlarla ilgili olarak, serbest meslek, ek görev, resmi veya özel başkaca herhangi bir iş teşkil eden, örneğin iş veya hizmet sözleşmesi uyarınca çalışmalar, sürekli veya pariodik sözlü yazılı programlar, televizyon ve radyo programları, gazete ve mecmua köşe yazarlıkları ve benzer işler yapamayacağı; ancak söz konusu statüde çalışan profesör ve doçentler bu kapsamdaki işleri döner sermaye esaslarına göre yapabileceği, bunların dışında ortaya koyduğu telif eserler için telif haklarının döner sermayeye gelir kaydedilmesi gerekmediği,
…..
görüşüne oybirliği ile varılmıştır.”
b) Yukarda anılan Komisyon Raporunun ortaya koyduğu ilkelere göre Bülent TANÖR’ün TÜSİAD’la olan ilişkisinin, bir hizmet sözleşmesi ya da sürekli veya periyodik bir iş ilişkisi niteliği taşımadığı açıktır. Dolayısıyla, Bülent TANÖR’ün eser sahibi olduğu “
Demokratik Standartların Yükseltilmesi” başlıklı TÜSİAD yayını, yine raporun ifadesiyle döner sermaye kapsamında bir iş niteliği de taşımamaktadır. TÜSİAD, demokratik standartların yükseltilmesi konusunda bir çalışma yapmak üzere üniversiteden bir talepte bulunmamış, doğrudan doğruya Bülent TANÖR’ün görüşlerine başvurmuştur. Bülent TANÖR’ün bu konudaki görüşleri ise kendi düşüncesinin bir ürünü olup, telif hakkına konu bir eser niteliğindedir. Bu ürünün bir yayınevi tarafından yayınlanmasıyla TÜSİAD tarafından yayımlanması arasında hiçbir nitelik farkı yoktur.
2) ÖZSUNAY’ın Raporu:
Yukarda Yüksek Disiplin Kurulu olarak görev yapan YÖK Yürütme Kurulu’nun –belki de Soruşturma Raporundaki zaafları sezip- TANÖR’ün üniversite öğretim üyesi mesleğinden çıkarılmasını öneren Soruşturma Dosyasını uykuya yatırdığını belirtmiştik. Yüksek Disiplin Kurulu, bunu sağlamak için TANÖR’ün soruşturma konusu olan çalışmasının telif hakkı kapsamında olup olmadığı hususunun tespitini Üniversitelerarası Kurul Başkanlığının ilgili komisyonlarına havale etmiştir. Bu komisyona yardımcı olmak üzere, telif hakları konusunun ülkemizdeki ustalarından, bu konuda yurt dışında da yayınları bulunan Prof. Dr. Ergun ÖZSUNAY ’a başvurarak, kendisinden olayı aydınlatan bir rapor hazırlamasını rica ettim. ÖZSUNAY, böyle bir raporu hazırlamayı, bilim adamı olmanın ve aydın sorumluluğunun bir gereği olarak gördüğünü söyledi. Kendisine bu vesileyle teşekkür etmeyi borç biliyorum. 7 sayfalık bu raporun önemli bölümlerini aşağıda aktarıyorum.
“
5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Hakkında Kanun evrensel bir ilkeyi benimsemiş ve eser sahipliği bakımından şu hükmü öngörmüştür. “Eser sahibi onu meydana getirendir.” (M.8) Bu bakımdan olayda “Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi –Tartışmalar ve Son Gelişmeler” adlı eserin sahibinin (author, Urheber) araştırmayı yapan ve eseri kaleme alan Prof. Dr. Bülent Tanör olduğu tartışması gereksiz bir durumdur. “Eserin sahibi onu meydana getiren kişidir” hükmü yayımcıların, yapımcıların ve tüzel kişilerin eser sahibi olarak kabul edilmelerine engeldir” (Ünal TEKİNALP, Fikri Mülkiyet Hukuku İstanbul 1999, s.136).
...
Eser sahibinin eser üzerindeki hakkı, herkese karşı yöneltilebilen bir mutlak haktır. Eserin kapağında ve iç sayfasında Bülent Tanör’ün adının zikredilip zikredilmemesinin, onun eser sahipliği hakkına herhangi bir zarar getirmeyeceği apaçıktır. Bu eserde eser sahibinin adının hiç anılmamış olması bile eser sahibinin hakkını ortadan kaldıracak bir sonuç doğurmaz. Kaldı ki eserin önsözünde çalışmanın Prof.Dr. TANÖR, tarafından yapıldığı apaçık belirtilmiştir; ayrıca bir kaç sayfa sonra da Bülent TANÖR’ün özgeçmişi verilmiştir.
.......
2547 sayılı Kanunun 36. maddesi “özel konularda belirlenen görevler” ile “telif hakları hariç olmak üzere, tam gün görev yapan profesör ve doçentlerin başka yerlerde iş görmelerini, ek görev almalarını ve serbest meslek icra etmelerini yasaklamıştır. Yönetmeliğin 11/a-1 hükmü de m.36’yı bütünleyici bir çözüm öngörmektedir.
Bu hükme göre, “
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu veya diğer kanunlarda yer alan hükümler uyarınca çalışmalarına yükseköğretim kurumlarınca ve üst kuruluşun yetkili organlarınca izin verilenler hariç, yükseköğretim kurumlarından başka yerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel bir iş görmek, ek görev alma veya, serbest meslek icra etmek”
üniversite öğretim mesleğinden çıkarılmayı gerektirir.
Yönetmelik m.11/a-1 hükmü 2547 sayılı Kanunun 36. maddesiyle birlikte incelendiğinde, üniversite öğretim üyeliğinden çıkarılma cezasının,
-
özel konularda belirlenen görevler,
-
telif hakları ve
-
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu veya diğer kanunlarda yer alan hükümler uyarınca çalışmalarına yükseköğretim kurumlarınca ve üst kuruluşun yetkili organlarınca izin verilenler
hariç olmak üzere,
-
yüksek öğretim kurumlarından başka bir yerde, ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel bir iş görenlere;
-
ek görev alanlara veya
-
serbest meslek icra dedenlere
uygulanacağı anlaşılmaktadır.
Prof. Dr. TANÖR’le ilgili olay, 2547 sayılı Kanun’un 36. maddesinde öngörülen bir istisna durumuna ilişkin olduğundan, Tanör hakkında Yönetmeliğin m.11/a-1 hükmünün uygulanabilmesi mümkün değildir.
Bu nedenle Soruşturma Raporunda ... yetersiz hukuki inceleme sonucunda Prof. Tanör hakkında Yönetmeliğin m.11/a-1 hükmünün uygulanmasına ilişkin görüş tümüyle yanlış ve hukuka aykırıdır.”
C. Soruşturmanın Seyri:
Yasal durum ve onu doğrulayan raporları böylece gördükten sonra şimdi tekrar başlangıç noktasına dönebiliriz. İ.Ü. Rektörü, kendi görevlendirdiği inceleme komisyonunun Bülent’i haklı çıkardığını ve soruşturma kurulunun bu raporla Bülent’i aklamaktan başka bir karar veremeyeceğini anlamış olmalı ki, rapor alma gerekçesiyle ertelediği soruşturmayı aylarca hiçbir işlem yapmaksızın dondurmuştur. Raporun Rektörlüğe sunulmasından sonraki gelişmeler, soruşturmadaki hukuki sakatlıkların en çarpıcı boyutlarını oluşturmaktadır. Bir kere erteleme nedeni olan rapor, 10.04.2000 tarihinde Rektörlüğe sunulmuştu. Bundan sonra beklemeyi gerektirecek hiçbir neden kalmamıştı. Oysa Rektör, 2001 yılının ocak ayına kadar beklemeyi tercih etti. Tabii bu arada tesadüfen (!) soruşturma kurulunun başkanı ve bir üyesi yaş haddinden emekli oldu. Ve Sayın Rektör bunu gerekçe göstererek yeni bir soruşturma kurulu oluşturarak soruşturmayı yeniden başlattı. İyi de o zaman bu iki üyenin emekli olması için niye beklendi ? Sorunun cevabı sanırım kendi içinde. Eski Kurul’da üye olan Prof. Dr. Erkan TOPUZ, başkanlığa getirildi ve Prof. Dr. Ercan ÖNGÖR ile Prof.Dr. Refik YİĞİT yeni üyeler olarak seçildiler.
Yukarda özetlenen inceleme komisyonu raporu, Bülent TANÖR tarafından savunması ile birlikte yeni Soruşturma Kurulu’na sunulduğu halde, Kurul bu rapora adeta gözlerini kapattı. Soruşturma Kurulu Raporunda, İnceleme Komisyonu’nun Bülent’i haklı çıkaran görüşleri -tek bir satırla olsun- yer almadı. Hiçbiri hukukçu olmayan Soruşturma Kurulu üyelerinin, Bülent TANÖR’ü suçlu çıkaracak hukuki yorumlar üretmek için oldukça zorlandıkları anlaşılıyor. Soruşturma Kurulu’nun bu gerekçelerini tarihin objektif gözleminden yoksun bırakmaya gönlüm razı olmadı. Yukarıdaki raporlarla karşılaştırıp siz de bir kanaat edinebilirsiniz.
“
Bu kanun maddeleri ve uygulama gereği TÜSİAD tarafından üniversiteye başvurularak ısmarlanmamış olsa dahi raporun yapılmasına bağlı olarak Prof. TANÖR’e ödenen meblağın bilgisinin kendisi tarafından Hukuk Fakültesi Dekanına verilmesi ve olayın 36. madde kapsamında mütala edilmemesi ile doğrudan telif hakkı olarak ücret alındığının bildirilmesi ve bu konuda Döner Sermaye yetkili kurulu olan Yönetim Kurulunun durumu mütalaa ederek bir karar vermesinin talebi yoluna gidilmesi gerekirdi.
Halbuki olay tümü ile tersine işlemiş ve idare sorgu açmıştır. Bu rapor şayet mesai içinde düzenlenmiş ve hazırlanmış ise, gelirinin tartışmasız döner sermayeye kaydedilmesi ve Hukuk Fakültesi uygulamaları içinde katkıda bulunan öğretim üyesine pay verilmesi mümkündür.
Şayet mesai dışında tümü ile özel olarak hazırlanmış ise, gene aynı yolla hazırlayan öğretim üyesince ilgili Yönetim Kuruluna başvurularak işlem yapılmasının istenmesi ve mesai dışı çalışma olarak pay talep edilmesi gerekirdi.
Başka bir deyimle böyle bir çalışmayı yapan tam gün çalışma koşullarındaki bir öğretim üyesinin durumdan yetkili makamı haberdar etmesi ve elde ettiği geliri döner sermayeye kaydettirerek buradan pay istemenin hukuki yollarını araştırması gerekirdi.
Esasen Prof. TANÖR., Komisyonumuza verdiği ifadede haksızlığın karşısında yargı ve kamu oyu yollarının bulunduğunu ikrar etmiş bulunmaktadır. İlgili Döner Sermaye yetkili Kurulu olarak Yönetim Kurulunun şayet bu çalışmasından dolayı kendisine bir pay vermemesi gibi bir kararı oluşursa, bunun iptali için sırası ile başvurulacak idari yargı yoluna gidilmesi gerekirdi. Dekanlığın olayı soran yazısına da bu şekilde yanıt verilmemiştir.”
Bu ilginç raporda ilgimi çeken nokta, TANÖR’ün suç ikrarı. Sen ne yaptın Sevgili Bülent? Haksızlığın karşısında yargı ve kamuoyu yollarının bulunduğunu ikrar ettin. Şaka bir yana, bir hukukçunun cerrahlık yapması ne ise, bir cerrahın hukuki tahliller yapması da herhalde böyle olur deyip bu faslı kapatıyorum.
Soruşturma Kurulu, yukarıdaki gerekçelerle TANÖR’e üniversite öğretim üyeliğinden çıkarma cezasının verilmesini önerdi. Bu öneri, Rektör tarafından da benimsenerek, dosya, bu konuda karar vermeye yetkili makam olan Yüksek Disiplin Kurulu’na gönderildi. Kurul, önce Bülent TANÖR’ü 20.09.2001 günü savunma yapmak üzere çağırdı, sonra bu çağrıyı 31.10.2001 gününe erteledi. Daha sonra ise bilinmeyen bir tarihe erteleme yaparak, yazılı başvurumuza rağmen savunma talebimizi geri çevirdi. Üniversite öğretim mesleğinden çıkarma önerisinin karara bağlanması bu şekilde –bilerek ya da bilmeyerek- zamanaşımına uğratılmış oldu.
Bu soruşturma ile ilgili olarak dosyayı incelemek ve gerekli notları almak üzere Ankara’ya geldiğimde çok ilginç bir şeyle karşılaştım. Konu ile hukuksal yönden hiçbir ilgisi bulunmayan bir makalenin fotokopisi birileri tarafından çoğaltılarak Dosyaya konulmuş. Makale TANÖR’e ait. 25. Mayıs 1999 Milliyet’te yayımlanmış. “8. Madde Kalkmalı” başlığını taşıyor. Anlaşılan Dosyayı düzenleyen ya da sonradan gözden geçiren kişi, dosyadaki Rapor ve belgeleri zayıf ve yetersiz bulmuş olmalı ki Bülent’in Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. maddesi ile ilgili makalesini dosyaya koyarak, onun ne kadar tehlikeli (!) bir kişi olduğunu, Terörle Mücadele Kanunu’nun 8. maddesine bile karşı çıktığını Yüksek Disiplin Kurulu’na anlatmak istemiş. Kim bilir belki bu makaleyi görenlerden biri aradan bir kaç yıl geçtikten sonra onun etkisinde kalıp, bu maddenin 19.7.2003 tarih ve 25173 sayılı R.G.'de yayımlanan, 15.7.2003 tarih ve 4928 sayılı
Kanun’un 19. maddesinin (b) bendi hükmü gereğince yürürlükten kaldırılmasını sağlamıştır. Ne dersiniz?
V. Ferman Demirkol’un İ.Ü. Anayasa Hukuku
Anabilim Dalına Atanması ile İlgili Dava:
Şimdi tekrar olayların başlangıç noktasına dönüyoruz. Yukarda da açıklandığı üzere Hukuk Fakültesi’nin tüm kurulları Ferman Demirkol’un Anayasa Hukuku Anabilim Dalına atanmasının uygun olmayacağı yönünde görüş bildirmiş olmasına rağmen, Rektör, Demirkol’u resen atama yolunu benimsemiştir. TANÖR’ün bu işlemin iptali için İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nde açtığı dava, oldukça uzun sürmüştür. 2000 yılının ikinci yarısında açılan bu dava, Bülent’in ölümünden sekiz ay kadar sonra 25.06.2003 gün ve E.2000/1054 ve K. 2003/ 825 sayılı kararla sonuçlanmıştır.
Kararın uzamasının temel nedeni, 26.12.2000 ile 25.09.2001 tarihleri arasında Mahkemece üç kez talep edilmesine rağmen, İ.Ü. Rektörlüğünün, Demirkol’un eserlerini göndermekten ısrarla kaçınmasıdır. Rektörlük, “bilirkişi incelemesinden rücu edilmesi istemi” ile ve bu talebin reddi üzerine “ belgelerin bulunamadığı” gibi bahanelerle Mahkemeyi oyalamış, bunun üzerine Mahkeme, son ara kararının da yerine getirilmemesi üzerine dosya üzerinde yaptığı inceleme sonunda Demirkol’un yayınlarının üniversitenin belirlediği atama kriterlerine uygun olmadığını tespit ederek yürütmenin durdurulmasına karar vermiştir.
Bu karara karşı yapılan itiraz üzerine Bölge İdare Mahkemesi, talimat yoluyla Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne bilirkişi incelemesi yaptırmıştır. Bundan sonraki gelişmeyi 2.İdare Mahkemesi’nin nihai kararından aynen aktarıyorum:
“ ....
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Prof. Dr. Hayati Hazır ve Prof. Dr. Mehmet Turan tarafından düzenlenen raporda özetle; adayın incelenen eserlerinin genel olarak anayasa hukuku disiplinine orijinal katkı sağlayacak nitelikte görülmediği, bunların esas itibariyle tasviri veya derleme niteliğinde çalışmalar olduğu, akademik bilgilerden ziyade genel okuyucuya hitap eder nitelikte bulunduğu, ayrıca anayasa hukuku ile ilgili terminoloji ve kavramlar konusunda da bu çalışmalarda ciddi sorunlar bulunduğu, gerek tek tek gerekse bir bütün olarak ele alındıklarında bu çalışmaların anayasa hukuku disiplinini konu edinmiş olmakla beraber Türk Anayasa Hukuku Doktrinine bir katkı getirdiğinin söylenemeyeceği, bu duruma göre, Dr. Ferman Demirkol’un herhangi bir hukuk fakültesinde öğretim üyesi (Yrd. Doç.) olarak atanmasının yerleşik akademik standartlar bakımından uygun olmadığı kanaati belirtilmiş bulunmaktadır.”
Bilirkişilerin bu raporu üzerine Bölge İdare Mahkemesi yürütmenin durdurulması kararına karşı yapılan itirazı reddetmiştir. Bülent tümüyle haklı çıkmıştı. Ama şimdi sorun, onun ölümünün, bu haklılığın zorunlu sonuçlarını ortadan kaldırıp kaldırmayacağı noktasında düğümleniyordu. Bunu düşünmek bile insanı huzursuz ediyordu. Ama mücadelenin devam etmesi gerekiyordu. Bülent’in eşi, kardeşi ve annesi bu görevi üstlendiler ve davayı takip için başvuruda bulundular. Öğretim Üyeleri Derneği de aynı şekilde davaya müdahil olarak katılma isteğinde bulundu. Mahkeme bir süre sonra mirasçıları ve Derneği duruşmaya çağırdı..
Bu aşamada Bülent’i savunma nöbetini mesleğin ustalarından Av. Turgut KAZAN devralmıştı. Duruşmada mirasçıların davayı takip hakkını büyük bir vukufla savundu ve daha sonra Mahkemeye sunduğu çeşitli yargı kararlarıyla da duruşmadaki görüşlerini güçlendirdi ve Mahkeme’nin karar sürecine yardımcı oldu.
Mahkeme, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun dava açmayı “kişisel hakkın ihlali” koşuluna bağlayan hükmünü iptal eden Anayasa Mahkemesi kararına ve bu karardaki gerekçelere vurgu yaparak şu sonuca ulaştı:
“
Anayasa Mahkemesi kararında açıklıkla vurgulandığı üzere iptal davası açılabilmesi için gerçek ya da tüzel kişiler ile dava konusu edilen işlem arasında meşru, güncel ve ciddi bir ilişkinin , başka bir anlatımla menfaat bağının bulunması yeterlidir.
Bu itibarla davanın açıldığı 31.08.2000 tarihinde İ.Ü. H.F. Anayasa Hukukuk Anabilim Dalı öğretim üyesi olan davacı Prof. Dr. B. Tanör’le anabilim dalındaki yardımcı doçent kadrosuna atama yapılmasına ilişkin dava konusu işlem arasında kamu yararından kaynaklanan meşru, güncel ve ciddi bir ilişkinin bulunduğu tartışmasız olduğundan davanın açılmasında ehliyet yönünden hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Davacının G.S. Üniversitesine atanması ve daha sonra ölümü nedeniyle menfaat alakasının kalmadığı iddiasına gelince, iptal davalarında davanın açılması sırasında menfaat ilişkisinin bulunması yeterli olup, bu ilişkinin dava sonuna kadar kesintisiz devam etmesi gerekmemektedir. Davayı açan kişinin iradesi dışında dava sürecindeki menfaat ilişkisini koparan işlemlerin davanın görülmesini ve karara bağlanmasını engellemeyeceği idari yargı kararlarında kabul edilmektedir.
Bu itibarla davacının görev değişikliği ve daha sonra da ... yasal mirasçıları olan eşi Prof. Dr. Öget Tanör, kardeşi Ali Tanör ve annesi Sabahat Ersin (Hüroğlu)nun miras hukukundan kaynaklanan maddi ve manevi haklarını kullanarak 2577 sayılı Yasa’nın 26. maddesine göre davayı takip ve yenileme talepleri yerinde görülerek adı geçen kişilerin Prof. Dr. B. TANÖR’ün yerine davacı olarak ikame edilmesine oyçokluğu ile karar verilmiş bulunduğundan davalı idarenin bu yöndeki itirazları yerinde görülmeyerek işin esasına geçilmiştir.”
Bu kararı okuduğum zaman, hukuka ve adalete olan inancımın daha da güçlendiğini hissettim. Ve bu örnek kararın esasa ilişkin bölümlerini de aynı duygu içinde okudum:
“
Bilindiği üzere, idarenin tüm faaliyetlerinde önceden belirlenmiş olan hukuk kurallarına uyması Hukuk Devleti ilkesinin gereğidir.
Anayasamızın 2. Maddesinde, “Cumhuriyetin Nitelikleri” arasında sayılan Hukuk Devleti ilkesi, bütün uygar ve demokratik rejimlerin temel özelliklerinden biridir. Anayasa Mahkemesinin tanımlamasıyla “Hukuk Devleti” insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendisini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir.
Anayasamızın 125. Maddesine göre, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır
İdarenin yargısal denetiminde, mevcut hukuk düzenine uygun biçimde oluşturulması gereken idari işlemlerin menfaatini zedelediğini ileri süren ilgililerce hukuka aykırı oldukları iddiasıyla iptal davasına konu edilmesi durumunda idari yargı yerlerince, önce hukuken geçerli şekilde ve usullerde tesis edilip edilmediklerinin, sonra da işlemlerin idareye verilen yetkiye ve öngörülen amaca uygun kullanılıp kullanılmadığının tesbit edilmesi gerekmektedir.
Kamu idareleri, insan-toplum ihtiyaçlarının maddi hayattaki görünümü demek olan kamu hizmetlerinin yürütülmesinde kamu hizmetlerinin gerekleriyle kamu yararını gözönünde tutmak zorunluluğundadır. Bu itibarla idarenin her türlü işleminin amacı kamu yararı olmalıdır.
T.C., Anayasası’nın 130. maddesine göre, Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacıyla kurulan üniversitelerde 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. maddesinde öngörülen amaçlar ve 5. maddesinde belirtilen genel ilkeler doğrultusunda yürütülmesi gereken eğitim-öğretim hizmetlerinin her aşamasında kamu yararının amaçlanması Hukuk Devleti ilkesinin vazgeçilemez gereklerindendir.
Ülkemizin en eski ve köklü üniversitelerinden biri olan İstanbul Üniversitesi’nin Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları’nın hazırlanmasındaki tarihsel konumu dikkate alındığında, bu Üniversitenin Anayasa Hukuku Ana Bilim Dalı Öğretim Üyeliği’ne yapılacak atamanın Türk Toplumunun Sosyal ve Siyasal Yaşamında ne denli önemli olduğu açıkça ortaya çıkacaktır.
Bu itibarla, Anayasa Hukuku ABD Yardımcı doçentlik kadrosuna yapılan atamada, adayın yayınları ve çalışlamalarıyla Üniversite Senatosu tarafından kabul edilen Atama Kriterlerinde öngörülen niteliklere sahip olup olmadığının usul ve esas yönlerinden incelenmesi dava konusu işlemin hukuka uygunluğunun ve kamu yararına tesis edilip edilmediğinin belirlenmesi bakımından zorunludur.
. . . . .
Dava dosyasında yer alan belge ve bilgiler incelendiğinde; adayın doktora tezi dışında en az 5 özgün çalışmasının incelenmesi gerekirken doktora tezi ile birlikte dört çalışmasının incelenmesi usul yönünden hukuka aykırı olduğu gibi, usul yönünden hukuka aykırı olarak eksik çalışmaların incelenmesi suretiyle oluşan iki olumlu, bir olumsuz görüşü inceleyerek adayın yayınlarının atama kriterlerine bilimsel yönden uymadığı yönündeki 4.7.2000 günlü ve 21 sayılı Hukuk Fakültesi Yönetim Kurulu’nun olumsuz görüşüne rağmen İstanbul Üniversitesi Rektörü tarafından adayın Yardımcı doçentlik kadrosuna atanması hukuka aykırı bulunmuştur.
Öte yandan, davacının bilimsel yeterliliğinin belirlenmesi yönünde İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’nce talimat yoluyla Ankara 6. İdare Mahkemesi’ne yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen raporda da, adayın incelenen çalışmalarının bilimsel yönden yetersiz olduğu ve Dr. Ferman Demirkol’un herhangi bir Hukuk Fakültesinde Öğretim Üyeliğine (Yrd. Doç.’liğe) atanmasının yerleşik akademik standartlar bakımından uygun olmadığı kanaati belirtilmiştir.
Bilimsel yönden yeterli olan ve hüküm vermeye uygun bulunan bilirkişi raporuna karşı yapılan itiraz yerinde görülmeyerek hükme esas alınmıştır..
Söz konusu bilirkişi raporunun içeriği de davacının iddialarının yerinde olduğunu ve atama işleminin kamu yararına uygun tesis edilmediğini açık biçimde gösterdiğinden dava konusu işlemin hukuka aykırı olduðu kanaatına varılmıştır.
Her ne kadar davalı idarece adayın mecburi hizmet yükümlülüğü nedeniyle Üniversitede 10 yıl süreyle çalışması gerektiği ileri sürülmekte ise de bilimsel yeterlilik ve kriterlerin arandığı akademik kariyer yükselmelerinde bu durumun dikkate alınması mümkün bulunmadığından davalı idarenin bu yöndeki iddiasına itibar edilmesi mümkün görülmemiştir.
Böylece Bülent’e yapılan tüm haksızlıklar, gerekli cevabı yargıdan almış oldu. Şimdi düşünüyorum. Bütün bu mücadelede Bülent’in kişisel bir çıkarı var mıydı ? İstese fildişi kuleye çekilir; mücadeleyi yalnızca hastalığına karşı yürütür. kalan gücünü de bilimsel çalışmalarına ayırabilirdi. Böylece yönetimle de hiçbir kavgası olmazdı. Ama o hepsini birlikte yürütmeyi, zamanının önemli bir bölümünü öğrencilerine ayırmayı, nereden gelirse gelsin haksızlıklara karşı savaşmayı, ülkenin ve üniversitenin demokratikleşmesi, insan haklarının ve hukuk devletinin yerleşip gelişmesi için var gücüyle çalışmayı, aydın olma sorumluluğunun bir gereği olarak gördü. Hastalık dahil hiçbir şey onu yıldıramadı. Ölümü dahi haksızlıkları yenmesini engelleyemedi. Ve bu kişiliği ile hepimize örnek oldu. Bıraktığı eserlerle ışık saçmaya devam etti. Bu ışık sönmeyecek, çünkü onu örnek alanların ellerinde birer meşale olarak sürüp gidecek.
* Öğretim üyesi, Bülent Tanör’ün arkadaşı, avukatı. Anayasa Mahkemesi üyesi