Yeşim Atamer
Sevgili Tanör!
Alacakaranlıkta oturuyorum… Sizin deyiminizle "vakti kerahet" gelmiş… Önümde biraz çerez, bir bardak kırmızı şarap… Eski günlerdeki gibi Hacıdakis çalıyor… O tatlı gülümsemeniz, insanın içini ısıtan dostça, ama bir o kadar keskin bakışınız gözümde canlanıyor; kulağımda yumuşak sesiniz… Sizi düşünüyorum… Ve çok özlüyorum…
Tam 11 yıl önceydi. İlk defa uzun süreli olarak yurt dışına çıkacaktım. Korkuyordum, bilinmezden ürküyordum. Son akşam sizin ve Öget'in yanında teselli ararken çıkarıp bir paket uzatmıştınız bana. İçinden, o günden beri her yolculuğumda bana eşlik edecek olan minik bir kedicik çıkmıştı… Şu anda yine uzaklardayım, kedicik yine yanı başımda ve onun sayesinde siz de biraz olsun yanımdasınız… Ama özlem dinmiyor…
Sevgili Tanör, hocam olarak özlüyorum sizi… Gerçi 1980 darbesi sonrasının şanssız öğrencileri olarak sizi amfide yaşama fırsatımız hiç olmadı ama yokluğunuzda bile "vardınız" aslında… Demokrasi, hukuk devleti, ifade özgürlüğü gibi kavramlarla ilk defa gazete bilgisinin ötesinde haşır neşir olan genç hukuk fakültesi öğrencileri olarak bir an gelmiş, 1402 sayılı kanunun bu kavramlarla nasıl bağdaştığını sorgular olmuştuk. Bir bilim insanının, hele de hepimizin büyük zevkle okuduğu
İki Anayasa gibi bir kitabın yazarı olan hocamızın sadece ifade ettiği düşünceleri yüzünden bizimle olmadığını fark ettiğimiz an belki de kafamızda "olan hukuk" ve "olması gereken hukuk" çatışmasının yaşandığı ilk andı. Ama işte tam da bu, sizin isteyeceğiniz bir sonuçtu aslında. Bizden, yetişmekte olan hukukçu nesillerinden beklediğiniz hep düzeni sorgulamamız, şüpheci olmamız ve daha iyiyi aramamız olmuştu… Nitekim bu yaklaşımı nasıl şiar edindiğinize sizinle tanıştıktan sonra gün be gün şahit oldum. O saf, katıksız merak duygusunu, araştırma tutkusunu, her yaşta ve en zor koşullarda bile ayakta kalan üretme dürtüsünü sizinle tanıdım. Bilim insanlığının şan, şeref veya para için yapılmadığını, bunun bir hayat tarzı olduğunu, son nefese kadar ve her şeye rağmen yapıldığını sizde gördüm. Başka türlü açıklamak mümkün mü, hakkınızda onlarca haksız soruşturma açan üniversiteye gönülden bağlı kalmanızı; sizi koridorda gördüğünde selam vermekten çekinen akademisyenlere rağmen fakülteye olan inancınızı asla kaybetmemenizi…
Bu bağlılığınız, bilim insanının üretme sorumluluğunun yanı sıra bu bilgisini gelecek nesillere aktarma konusunda da bir sorumluluğunun olduğuna inancınızdan kaynaklanıyordu sanırım. Gençlere hep güvendiniz, onların elinden tuttunuz, desteklediniz, bilginizi paylaştınız, hiyerarşiyi kenara itip onlarla eşitler arasında bir diyalog kurmayı tercih ettiniz. Kapınızı çaldığımızda sorularımız ve sorunlarımıza her zaman vakit ayıracağınızı bilmenin huzurunu yaşattınız bize.
Sevgili Tanör, insan olarak özlüyorum sizi, …Hiçbir koşulda düşüncelerinden taviz vermeyen, doğrularını sonuna kadar savunan, ilkeli kişiliğinizin yol göstericiliğini özlüyorum. Her gün insanların kimlik değiştirdiği bir dünyada kendine sadık kalmanın ne demek olduğunu sizde gördüm. Hiçbir zaman ısrarcı olmadan, hep kendini yeniden sorgulayarak evrenseli yakalamaya çalışmanın ne demek olduğunu... Ve nitekim yıllar sizin haklı olduğunuzu gösterdi… Eserlerinizde büyük bir cesaretle demokratikleşme adına savunduklarınız yeni nesiller için yavaş yavaş günlük hayatın bir parçası haline geliyor... Keşke bu süreci hızlandırmak için hepimiz sizin gösterdiğiniz cesareti gösterebilseydik zamanında… Fakat siz, arkanızda durma cesaretini gösteremeyenleri bile son ana kadar dostlukla karşılayarak yine bize örnek oldunuz aslında; hepimizi zaaflarımızla kabul ettiniz ve yargılamadınız. Dostluğa hep dostlukla cevap verdiniz.
Evet, dostluğunuzu özlüyorum, hatta çok özlüyorum… Cihangir sokaklarında, adımlarınıza yetişemediğim için, siz önde ben arkada koşar adım yürümeyi, karşılaştığımız her kediye bir küçük laf atmayı, balıkçıdan balıkları kapıp, balkondaki mangalda onları bir güzel hazırlamanızı seyretmeyi ve sonrasında gelecek sohbetleri özlüyorum… Öget'le adeta iki aşık gibi atışarak bize, bilmediğimiz, tanımadığımız bir dünyanın kapısını araladığınız o sohbetleri… kırlardan gelecek devrimden, onun yerine gelen beklenmeyen misafirlerden, İstanbul'dan kalkan bir gemiyle başlayan mültecilik günlerinizden bahsederken belki beraberce gülerdik, ama yaşadıklarınızın, hissettiklerinizin içtenliği aslında bizi kapıp götürür, daha iyi bir dünyanın olabileceğine ilişkin bir inanç yeşerirdi içimizde. Sanırım içtenliğiniz ve coşkunuzdu hepimizi büyüleyen. Neye el atarsanız atın yüreğiniz de hep işin içindeydi. Yıllara rağmen, yaşanan acılara rağmen, hayal kırıklıklarına rağmen, mücadeleye rağmen asla yılgınlık veya pişmanlık veya bezginlik göstermediniz... O yürek hep aynı tutkuyla atıyordu sanki…
Öyle bir tutkuydu ki bu, Schubert kadar "
Haydar, Haydar" şarkısını dinlerken de gözleriniz yaşarabiliyor; kâh bir Çello edinip ders almak hayalleri kurdurtuyor, kâh bütün bir gece saz eşliğinde türkü söylettiriyordu… Kişiliğinizin çok yönlülüğü insanı her zaman büyülerdi. Her gezi sizinle bir keşfe, tanışılan her yeni insan açılmamış bir hazineye dönüşürdü… Hayat nasıl dolu dolu yaşanır; nasıl tadını çıkararak, küçük şeylerden büyük mutluluklar devşirerek yaşanır, nasıl her şeye rağmen yaşanır - hayatınıza bir dönem ortak olan herkes sanırım bu konuda da öğrenciniz olmuştur…
Teşekkür ederim hocam, sizin gibi bir insanı tanıma imkanı verdiğiniz için teşekkür ederim…
Bülent Tanör’ün öğrencisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi.