Yurtsever bir bilim adamının ardından
Onur Öymen*
Arkasında büyük bir boşluk bırakarak aramızdan ayrılan Profesör Bülent Tanör’ün kişiliği, çalışmaları, eserleri hakkında çok şeyler yazıldı, söylendi. Kendisi bu söylenenleri fazlasıyla hak etmişti. Yurt içinde ve yurt dışında saygınlık kazanmış bir bilim adamı, hukukun üstünlüğünün ve insan haklarının yılmaz bir savunucusu olan Bülent Tanör ülkemizin yetiştirdiği en değerli aydınlardan biriydi. Bülent Tanör aynı zamanda Atatürk ilkelerine yürekten bağlı gerçek bir yurtseverdi. Arkadaşları onun bu özelliğini daha okul yıllarında keşfetmişlerdi.
Bülent Tanör benim ilkokul yıllarından beri çok yakın arkadaşımdı. Ondaki yurt sevgisi, halk için fedakarlıkta bulunma duygusu daha o yıllarda gelişmişti. Babası Cahit Tanör çok değerli bir subaydı ve o tarihlerde Kore’deki Türk birliğinde görevliydi. Daha sonraki yıllarda Galatasaray Lisesinde askerlik öğretmeni oldu. Bülent’in babasıyla niçin bu kadar iftihar ettiğini onu tanıyınca daha çok anladık.
Lise yıllarında Bülent’le hemen hemen her gün yurt sorunlarını konuşurduk. Yatakhanede yataklarımız yan yanaydı. Bazı geceler herkes uyuduktan sonra onunla saatlerce konuşur, o zamanki bilgilerimizin olanak verdiği ölçüde Türkiye’nin meselelerine çare arardık. O zaman da ülke gündemindeki en önemli sorunlardan biri Kıbrıs’tı. Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları Enosis hayalini gerçekleştirmek için her yola başvuruyorlardı. Kıbrıslı Türkler büyük baskılara, saldırılara maruz kalıyorlardı. Daha Londra ve Zürih Antlaşmaları imzalanmamıştı. Onları mutlaka bu sıkıntılardan kurtarmak lazımdı. Ama nasıl? Bülent’le Kıbrıs Türklerinin özgürlüğünü ve can güvenliğini korumanın yollarını düşünürdük.
O yıllarda Türkiye’de demokrasi tam olarak işlemiyordu. Basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, tarafsız radyo gençlerin ve aydınların ortak özlemiydi. İşte biz Bülent’le bunları da konuşur, çareler bulmaya çalışırdık.O, hukukun üstünlüğü düşüncesine daha o yıllarda bağlandı. Hukuku daha sonra kendisine meslek seçti ve o alanda Türkiye’nin en önde gelen bilim adamlarından biri oldu.
Bütün bunları konuşuyorduk ama konuşmak yeterli değildi. Bir şeyler yapmalıydık. Bütün bu konularda milli duygular yüksek tutulmalıydı, bunun için gençlere de görev düştüğünü düşünüyorduk. O sıralarda Milliyet gazetesi Çanakkale’de bir şehitler anıtı yaptırılması için kampanya açtı. Bizim de bu çorbada tuzumuz olmalıydı. Bülent ve diğer birkaç arkadaşımızla birlikte Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi’yi ziyaret ettik. Bu kampanyaya katılmak istiyorduk. Hiçbir karşılık beklemeden Milliyet gazetesini satacak ve bağış toplayacaktık. Galatasaray Lisesi öğrencileri olarak sokaklarda, vapurlarda hatta kapı kapı dolaşarak evlerde gazete satıp bağış topladık. Bülent bu hareketin öncülerinden biri oldu.
Lise yıllarımız bitmişti ama Türkiye için bir şeyler yapma arzumuz azalmamış, daha da artmıştı. 27 Mayıs devrimi bize bu fırsatı verdi. Ülkenin en büyük eksikliklerinden birinin eğitim alanında olduğunu düşündük. Birçok köyümüzde okul yoktu, öğretmen yoktu. Üniversite gençleri bu boşluğu doldurmak için bir şeyler yapamazlar mıydı? O sırada Bülent İstanbul Hukuk Fakültesine girmişti, ben de Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde okuyordum. 27 Mayısı izleyen günlerde İstanbul’da ve Ankara’da bir kampanya başlattık. Tatilimizi okulu olmayan köylerde geçirecek, çocuklara gönüllü olarak okuma yazma öğretecektik. 7000 üniversite öğrencisi bu kampanyaya katılmak için imza verdi. Basın toplantıları düzenleyerek bunu halka duyurduk.
Milli Eğitim Bakanı Mülkiye’den hocamız Prof. Fehmi Yavuz’du. Onu ziyaret ederek bu projemizi anlattık. Devletten hiçbir şey beklemiyorduk. Sadece bize okulsuz köyleri bildirmelerini ve bizi o köylere ulaştırmalarını istiyorduk. Fehmi Yavuz bu girişimimizden çok etkilendi, bize her türlü desteği sağlayacağını söyledi. Ama devletin olanakları kısıtlıydı. Bakanlığın alt kademeleri ile konuştuğumuz zaman devletin bu projeyi desteklemek için hiçbir şey yapamayacağını anladık. 7000 kişilik eğitim seferberliği projesini gerçekleştiremeyecektik. Ama bu bizi yıldırmadı. Bülent’le ikimiz bu işi sembolik olarak yapabilirdik.
Bülent Tanör’ün evi Beylerbeyi’ndeydi. Orada çalışanlardan okulsuz bir köyün ismini öğrendi. Sıvas’ın Alucra İlçesinin Yukarı Zaapa köyü okulsuzdu. Oraya hiç öğretmen atanmamıştı. O köye gitmeye karar verdik. Milli Eğitimden ümidi kesince Genelkurmay Başkanlığına başvurduk. Bülent’in babasının arkadaşları bize yardımcı oldu. Sıvas’a kadar kendi olanaklarımızla gidersek bizi bir ciple köye yakın bir yere kadar götürebileceklerdi. Sıvas’a trenle gittik. Orada yerel yöneticiler ve öğretmenler bize çok ilgi gösterdiler. Öğretmen okulunda bir konferans verdik. Eğitim alanında bir seferberlik başlatmanın bütün gençler için bir ödev olduğunu anlatmaya çalıştık.
Daha sonra askeri bir ciple Yeşilırmak kenarına kadar gidebildik. Yol orada bitiyordu. Köye atla gidecektik. Başka çaresi yoktu. Bülent önceden haber göndermişti. Köylüler bizi karşılamaya gelmişlerdi. Bülent de ben de hayatımızda hiç ata binmemiştik. Bizim için zor bir macera başlıyordu. At sırtında altı saatlik bir yolculuktan sonra köye vardık. Köy muhtarı Hüseyin Enişte bizi evinde konuk etti. Köylüler kendi olanakları ile küçük bir okul binası yapmışlardı ama 1946 seçimlerinden önce Demokrat Parti adayları köylülerin yaptıkları okullarda eğitim verilmeyeceğini söyleyince bu okulun bütün malzemesi sökülmüş ve o tarihten sonra da devlet okul yaptırmadığı için çocuklar eğitim görememişti.
Ertesi sabah bütün çocukları topladık. Yanımızda götürdüğümüz alfabelerden yararlanarak onlara okuma yazma öğretmeye başladık. Çok kısa zamanda hepsi okumayı öğrendi. İçlerinde Yunus isimli bir çocuk vardı. Babası hapisteydi. O herkesten önce öğreniyordu. İleri zekalı olduğu belliydi. Ancak, dünyası Yukarı Zaapa’yı çevreleyen dağlarla sınırlıydı. Radyoları yoktu. Televizyon daha Türkiye’ye gelmemişti. Dağların ötesinde ne olduğunu bilmiyordu. Bir gün Bülent’e “Ağabey deniz mi büyüktür İstanbul mu? “ diye sormuştu. Bülent, Yunus’u İstanbul’a götürmeyi, orada okula yerleştirmeyi önerdi. Bu çocuk mutlaka eğitilmeliydi. Ama annesi izin vermedi. Yunus giderse davarları, koyunları kim güdecekti? Bülent yıllar sonra Yunus’la Beylerbeyi’nde karşılaştı. Artık İstanbul’u da denizi de görmüştü ama eğitim olanağı bulamamıştı. Beylerbeyi iskelesinde hamallık yapıyordu. Yunus’un öyküsü Bülent’i en çok üzen olaylardan biri oldu.
Yukarı Zaapa’da köylülerle birlikte yol yapımı için düzenlenen imecelere katıldık. Onların çeşitli sorunlarına yardımcı olmaya çalıştık. Kış aylarında köye gelen bir şeyhin köylüleri hurafelerle kandırdığını ve köyün güzel bir kızını Şebinkarahisar’a kaçırdığını öğrendik. Ayrıca oradaki hastanede görev yapan bir operatörün yaşlı bir köylü kadını, Ünzüle teyzeyi, ameliyat etmekten “kaçındığı” söylendi. Biz köylülere yardım etmek için yola çıkmıştık. Bu sorunların üzerine gitmeliydik. Biz üniversite genciydik. Bütün sorunları çözebileceğimize inanıyorduk. Ünzüle teyzeyi bir atın sırtına yerleştirerek Şebinkarahisar’a götürdük. Hastaneye yatırdık. Gene güçlük çıkartmaya kalktılar. Sağlık Bakanı Ragıp Üner’e bir telgraf çekerek durumu anlattık. Bakan duruma el koydu. Hasta kadın gerekli tedaviyi gördü. Bakan bize de bir kutlama mesajı gönderdi.
Daha sonra Yukarı Zaapa’da marifetlerini duyduğumuz Şeyhin kasabanın dışında bir evde yaşadığını öğrendik. Ziyaretçi kılığında onun evine gittik. Şeyh dedikleri ne yazık ki, eski bir öğretmendi. Köylüleri kandırarak geçimini sağlıyordu. Bize üzüm ikram edilmesini istedi. İkramı yapan, köyden kaçırdığı kızdı. Hemen bir fotoğrafını çektik ve Bülent’le birlikte evden hızla uzaklaştık. Bütün bu izlenimlerimizi Öncü Gazetesinde yayınladık. Sonradan öğrendiğimize göre kız kurtarılmış ve ailesine kavuşmuştu.
Yukarı Zaapa her ikimiz için de büyük bir deney oldu. Ülkenin koşullarını, köylünün yaşadığı sıkıntıları yerinde görmüş, bu fakir ama sağduyulu, fedakar halkın içinde yaşamaktan büyük bir mutluluk duymuştuk. Biz köyden ayrılırken Muhtar Hüseyin Enişte büyük kentlere dönünce bu sorunları unutacağımızı söylemişti. Ama unutmadık. Bülent’le her buluşmamızda bu anıları yaşattık. İkimizin hayatında da Yukarı Zaapa günleri derin izler bıraktı.
Ondan iki yıl sonra gene Bülent’le birlikte Kars’ın Tuzluca ilçesine gittik. Kadirli’nin efsanevi Kaymakamı Mehmet Can ağaların baskısıyla Tuzluca’ya sürülmüştü. Ona destek olmalıydık. Bu defaki gezimize şimdi Profesör olan Cem Eroğul ile şimdi Büyükelçi olan Erdim Tüzel de katıldı. Mehmet Can’ın halkla beraber orada gerçekleştirdiği toplum kalkınması projelerini hayranlıkla izledik. 84 köyü olan Tuzluca’nın sadece dört köyüne vasıtayla gidilebiliyordu. Diğer köylerin yolu yoktu. Mehmet Can büyük bir imece seferberliği başlatmıştı. Her köye yol yapılıyordu. Biz de Bülent’le beraber Çiçekli köyüne yerleştik. Orada da imecelere katıldık, halka, çocuklara yardımcı olmaya çalıştık. Köydeki bilgi birikimi Yukarı Zaapa’yı da aratacak düzeydeydi. Yaşlılar bize “Tahta kimin çıktığını” soruyorlardı. Köyde açlık ve kuraklık vardı. Gene de bize mükemmel bir ev sahipliği yaptılar. Orada da çok şey öğrendik. Daha sonra bütün Doğu ve Güney Doğu Anadolu’yu gezerek İstanbul’a döndük.
Bütün bu geziler sırasında Bülent’le arkadaşlığımız büsbütün kökleşti. Onun yurtseverliğini, halkın sorunlarına ilgisini, ülke için fedakarca çalışmasını yerinde gördüm. Bülent Tanör daha sonraki yıllarda bir bilim adamı olarak çok değerli eserler verdi. Unutulmayacak çalışmalar yaptı, binlerce öğrenci yetiştirdi. Defalarca Anadolu’nun en uzak yörelerini ziyaret etti. Halkla ilişkisini hiç kesmedi. Değerli eşi Öget’in desteği ile hem bilime hem de toplum yaşamına büyük katkılarda bulundu. Cesareti, yüksek irade gücü ve insanlık sevgisiyle bütün arkadaşları ve çevresi için esin kaynağı oldu. Bülent Tanör Türkiye’ye unutulmayacak bir zenginlik kattı. Onun gibi bir aydını yetiştirmiş olmak ülkemiz için daima bir gurur kaynağı olacak.
* Bülent Tanör’ün arkadaşı, emekli diplomat