“Mutlu çingeneler de gördüm”
Ozan Erözden
Bülent Tanör ismiyle ilk karşılaşmam Server Tanilli aracılığıyla olmuştu. “Sivil” rejime geçilmiş, ama 12 Eylül’ün koyu karanlığı tüm Türkiye’nin üzerinde hiç seyrelmemiş halde duruyor. Üniversitedeki ilk öğrencilik yılları... Karanlığı hafifletecek ufacık bir ışık kaynağının el yordamıyla arandığı günler... Server Tanilli’nin “Devlet ve Demokrasi”si yeni baskı yapmış, deniyor. Kitap piyasaya çıkar çıkmaz toplatılmış. Neyse ki, Sahaflar’da bazı tezgah altlarında mevcut. Tanilli önsöz’de, kitabın sonunda “kitabı taçlandıran” bir makalenin yer aldığını söylüyor. Yazarı, Doç. Dr. Bülent Tanör... Server Tanilli, faşistlerin silahlarından çıkan kurşunlar vücuduna saplandığı günden beri idolüm haline gelen bilim insanı... Bülent Tanör çok daha önemli birisi olmalı ki, diyorum kendi kendime, idolüm saydığım kişinin kitabını “taç”landırabiliyor.
Öğrencilik mesleğinde biraz ilerledikçe öğreniyorum ki, sıkıyönetim komutanının emriyle üniversiteden uzaklaştırılmış olmak Tanör’ü kendisinden birşeyler öğrenmek isteyenlerden tamamıyla ayırmamış. Okulda, telefon numarası elden ele geçiyor. Fakülte bitmek üzere, ben yüksek lisansla devam niyetindeyim. Birileri bana yol göstersin istiyorum. Özenle sakladığım kağıt parçasına yazılı numarayı çeviriyorum, heyecandan ürpererek. Karşımdaki sıcacık ses üpertiyi alıp götürüyor. Evinin kapısı, herkese olduğu gibi bana da açık. Ben anlatıyorum, o dinleyip tavsiyelerde bulunuyor; soruyorum, açık açık, lafı dolaştırmadan yanıtlıyor. Yanından koltuğum verdiği kitaplarla, içim de akademik çerçevede başım sıkışınca imdada çağırabileceğim bir “mentor” bulmuş olmanın huzuruyla dolu biçimde ayrılıyorum.
Birkaç yıl sonra Tanör, diğer 1402’likler gibi, Danıştay kararıyla göreve, yani Fakülteye dönüyor. Bu, bizler için doyumsuz derslerin başlaması demek. Doktora derslerinde her sene farklı bir konu, lisans derslerinde her sene gelişen, değişen bir içerik. İlk dersimiz doktorada, “Türkiye’de Kongre İktidarları l918-1920”. Ulusal kurtuluş mücadelesine farklı, tabandan gelen dinamikleri öne çıkaran bir bakış sunuyor bize. Ders sonrası çıkılan yemeklerde ya da arada sırada denk düşen içkili akşam sohbetlerinden birinde Tanör, Ragıp Sarıca’nın kendisine “senin kongreler kitabını okuduktan sonra halkımı sevdim” dediğini anlatıyor keyifle. “İşin doğrusu, halkını pek de sevmezdi rahmetli” diye eklerken, yapmış olduğu işten ne kadar gurur duyduğu sesinden açıkça okunmakta. Birkaç yıl sonra, 12 Eylül’den beri adı “Atatürk İlkeleri ve İnkılapları” olarak değiştirilip iyice resmi ideoloji formatına sokulan “Devrim Tarihi” dersini, lisans öğrencileriyle birlikte Tanör’den dinlerken bu sözler aklıma takılıyor. Ragıp Sarıca’ya halkını sevdiren Tanör, tam bir bilim insanı sorumluluğuyla “önderin rölünü öndere, toplumsal dinamiklerin rolünü ise toplumsal dinamiklere” teslim eden bir içeriğe büründürdüğü o kara kuru dersi herkese sevdirme misyonunu üstlenmiş şimdi de. Bir sene sonra, onunla birlikte aynı dersi vermek üzere yanında kürsüye çıktığımda ben de aynı heyecanı duyuyorum. Daha birkaç yıl öncesine dek bu dersi hem işleyen hoca hem de alan öğrenciler açısından tam bir ızdırap olarak gören benim gibi birisi için büyük gelişme...
Tanör’den birşeyler öğrenme seansları sadece derslerle ya da fakülte mekanıyla sınırlı değil. Bazı akşamlar evine toplaştığımızda Öget’le paslaşarak, arada da inceden kendisiyle ya da olaylarla dalga geçerek anlattığı anıları dinlemek de hayatıma yeni penceler açıyor. İçlerinde en fazla ilgimi çekenler Yugoslavya’yla ilgili olanları. Vosvosla oralara çıkılan bir seyahatten yeni dönülmüş, malzeme bol. Ama sadece o son seyahat konuşulmuyor, salt o seyahatte alınan kasetler dinlenmiyor. Belgrad’da ateşe militer olan babasının yanında yaz tatillerini geçiren liseli Tanör’e dek geri gidiyoruz. Kızlı erkekli omuz omuza Zagreb-Belgrad “birlik ve kardeşlik” otoyolunu inşa eden üniversiteli gençlerin yanından babasının makam arabasının içinde geçerken hem etkilendiğini hem de kendi içinde bulunduğu şatafattan utandığını anlatıyor. Birlik ve kardeşlik yolu hiç inşa edememiş, etmesi de zaten hiç istenmemiş bendenize de aynı utancı hissettirerek.
Yine böyle akşamlardan birinde saat iyice ilerlemiş, Öget’in evde yaptığı meyveli votkalarla cila faslına geçilmişken, Tanör dolabın birinden bir kırkbeşlik bulup çıkarıyor. Pikabın iğnesinin çalışır olup olmadığı şüpheli, yine de çizilmesi riskini göze alarak plağı çalıyoruz. Olivera Markoviç
Jovana Jovanke’yi söylemeye başlıyor. “Mutlu çingeneler de gördüm” filminin müzikleri. Çok güzel filmdir, diyor Tanör, eğer bir yerlerde denk gelirsen kaçırma, mutlaka git gör! Ben, salt o filmi değil, o mutlu çingenelerin bizzat kendilerini, yaşadıkları o güzel diyarlarda gidip görme ateşinin içimde tutuşmuş olduğunun bilinciyle kafamı sallıyorum.
Onun gösterdiği bu iki yolun günün birinde, bir kavşakta farklı yönlere doğru ayrılacağını nereden bileyim. Nereden bileyim, günün birinde Hırvatistan’da yaşamaya devam etmek için üniversiteden istifa etmek ya da Türkiye’ye dönüp askere gitmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağımı. Kararımı istifadan yana alırsam Tanör’ü kıracağımı biliyorum. Bir iki yıl önce, bir gün Öget’e beni gösterip “Devrim tarihi dersi için bir veliaht buldum” dediğinde kafasında benim için çizdiği rolün ne olduğunu anlamıştım. Oysa ben Yugoslavya’ya ilişkin araştırmalara daha ağırlıklı ilgi duyuyorum. Çaresiz, istifa edeceğim. “Üstlenmem gereken ‘misyon’a ihanet ediyorsam, sizin bende uyandırdığınız bir başka tutku yüzündendir” dersem belki beni anlar ümidiyle, Tanör’le konuşmaya gidiyorum. Özrümü pek ikna edici bulmamakla birlikte, yine de beni bağışladığını söylüyor buruk bir sesle. Onun gibi her türlü baskının karşısında direnme azmiyle dimdik durmuş bir insana, mücadele esnasında mevzi terketme anlamına gelecek bir hareketin haklılığını benimsetmek mümkün değil tabii.
Tanör mücadeleci karakterini kansere karşı da ortaya koydu. Doktorların kendisine beş ay ömür biçmelerinin ardından beş yıl daha yaşaması başka nasıl açıklanabilir ki? Ama bu mücadelenin günün birinde bir son noktaya geleceğini, O da dahil olmak üzere, hepimiz biliyorduk. Ne yalan söyleyeyim, o süreçte kendi kendime bir çok kez “o an gelince ne olacak, Tanör’süz ne yapacağız?” diye sordum durdum. Sonuçta 28 Kasım 2002 günü Tanör aramızdan ayrıldı. Ama, benim korktuğum olmadı. Çok kısa bir süre içinde bunun sadece fiziki bir ayrılık olduğunu, O’nun özde bizimle birlikte, aramızda bulunmaya devam ettiğini anlayıverdim. Hayır, bunu hamaset olsun diye, bildik kalıpları tekrarlamak adına değil, somut kanıtlara dayanarak söylüyorum. Bu kanıtlardan yeteri kadar ikna edici olan bir tanesini burada aktarayım: Arada sırada “yahu Cihangirli hep kedi mi sevecek!?” diye hayıflansa da, Beylerbeyi kökenli tam bir Cihangirli olarak Tanör’ün kedileri, kedilerin de Tanör’ü çok sevdiğini herkes bilir. Kedilere söz hakkı tanımaksızın Tanör’e ilişkin bir anma faaliyeti düzenlemek düşünülemez, düşünülmemeli. Gel gör ki, O’nun için düzenlenen ilk anma toplantısı programında kedi temsilcisine yer verilmemiş. Toplantının hemen başlangıcında, yukarı kata çıkan merdivenlerin salona hakim bir noktasına gelip kurulan uzun tüylü sevimli yaratığı görünce ister istemez “bu kediyi buraya acaba O mu gönderdi?” diye soruyorum kendi kendime. Kedi önce büyük bir dikkatle konuşmaları dinleyerek yerinde oturuyor. Bir aşamada hareketlenip, dinleyici sıralarının arasındaki holden, yüzünde herhangi bir çekinme ya da korku ifadesi olmaksızın, en mağrur haliyle kürsüye doğru “şimdi söz sırası benim” der gibi ilerlemeye başladığında kafamdaki tüm şüpheler siliniyor. Anlıyorum ki, Tanör aramızda. “İşin doğrusu budur”u bizlere göstermeye devam etmekte. Ve, eğer aldığım mesajları doğru anlayabildiysem, bizlerle ilgilenmediği zamanlarda mutlu çingenelerin arasında, köy yollarında bisikletle gezmekte.
Bülent Tanör’ün öğrencisi, Yıldız Teknik Üniversitesi İİBF öğretim üyesi